Şubat 25, 2013

BİR OSCAR TÖRENİNİ DAHA GERİDE BIRAKTIK

 
Sanatçılarıyla, eleştirileriyle, modasıyla, yemekleriyle en önemlisi de sonuçlarıyla bir ödül törenini daha noktaladık. Kimi memnun oldu kimi pek hoşlanmadı sonuçlardan. Ben ise tahminlerinde yanılmayanlardandım. Sonuçlar genel olarak pek şaşırtmadı beni. Eleştirdiğim sonuçlar olsa da beklediğim tablo bundan farklı değildi. En çok hoşuma giden sonuç ise En İyi Film Müzikleri dalında "Pi’nin Yaşamı"filminin ödülü almasıydı. Bu sene en hoşuma giden film müziklerinin ödülü başka birine kaptırması beni üzebilirdi.

Aslında diğer kategorilere değinmeden bunca yıldır sinema sektörünün en önemli ödül töreni olan Oscar’ a biraz değinmek istiyorum. Kimdir bu Oscar, neden Oscar, Nasıl Ne zaman bu ödüller verilmeye başlandı...?
 
Akademi Ödülleri, bilinen adıyla Oscar, dünyada en bilinen film ödülüdür. İlk olarak 1929 yılında verilmeye başlandı. İlk tören, Hollywood Roosevelt Oteli’nde yapıldı. Oscar ödüllerini veren Amerika Sahne Sanatları ve Bilimler Akademisi 4 Mayıs 1927 tarihinde kuruldu. Kuruluşundan bir hafta sonra toplanan akademi üyeleri, sanatçılara bir ödül verilmesi kararı aldılar. Oscar Ödülleri verildiği ilk yıldan itibaren bütün dünyanın ilgi odağı oldu. Başlangıçta ödül töreninin yapıldığı gece saat 23.00'te sonuçlar basına açıklanıyordu. 1940 yılından itibaren bugün de hala geçerli olan zarf sistemi uygulanmaya başladı.

Orijinal adı "Academy Award of Merit" olan ödül törenine Oscar denilmesinin nedeni tam bilinmemektedir. Bu konuda pek çok söylenti vardır. Bir söylentiye göre Bette Davis'in heykelciği ilk kocası Harmon Oscar Nelson ile özdeşleştirmesi sonucunda, başka bir söylentiye göre ise Akademi'nin kütüphanesinde görevli Margaret Herrick'in heykelciği amcası Oscar'a benzetmesi ile ödülün adı Oscar olarak kaldı. Akademi, Oscar ismini 1939 yılına kadar resmi olarak kullanmadı.

Oscar ödül heykelciğini Metro Goldwyn Mayer'in sanat yönetmeni Cedric Gibbons tasarladı. Cedric Gibbons, o anda beşparçalı bir film makarası üstünde elinde kılıcıyla dikilen bir şövalye taslağını çizdi. Bu film makarasının beş halkası; oyuncular, film yazarları, yönetmenler, yapımcılar ve teknisyenleri temsil eder. George Stanley de heykeli son haline getirdi. Heykelcik 34 santim yüksekliğinde, 3,85 kilo ağırlığında ve 24 ayar altınla kaplıdır. Oscar heykelciğini kazananlar bu ödülü satamazlar. Eğer ödülden kurtulmak istiyorlarsa ancak Akademi'ye 1 dolar karşılığında satabilirler.

Yıllardır heyecanla beklediğimiz, geçtikten sonra da epey müddet arkasından konuştuğumuz Oscar Ödül Töreni’nin hikayesi de işte budur. Bu kadar bilgiden sonra bu sene ödül alan sanatçıların listesi ise şu şekildedir:


En İyi Film: "Argo"

En İyi Kadın Oyuncu: Jennifer Lawrence, "Silver Linings Playbook"

En İyi Erkek Oyuncu: Daniel Day-Lewis, "Lincoln"

En İyi Yönetmen: Ang Lee, "Life of Pi"

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Anne Hathaway, "Les Miserables"

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christoph Waltz, "Django Unchained"

En İyi Uyarlama Senaryo: "Argo", Chris Terrio

En İyi Özgün Senaryo: "Django Unchained", Quentin Tarantino

En İyi Görsel Yönetmen: Claudio Miranda "Life of Pi"

En İyi Belgesel: "Searching For Sugar Man", Malik Bendjelloul ve Simon Chinn

En İyi Kurgu: "Argo", William Goldenberg

Yabancı Dilde En İyi Film: "Amour" (Avusturya)

En İyi Animasyon: "Brave", Mark Andrews ve Brenda Chapman

En İyi Orjinal Müzik: "Life of Pi", Mychael Danna

En İyi Orijinal Şarkı: "Skyfall", Adele Adkins ve Paul Epworth

En İyi Yapım Tasarımı: "Lincoln"

En İyi Kısa Animasyon: "Paperman", John Kahrs

En İyi Kısa Film: "Curfew", Shawn Christensen

En İyi Kısa Metrajlı Belgesel: "Inocente", Sean Fine ve Andrea Nix Fine

En İyi Ses Kurgusu: "Skyfall", Per Hallberg, Karen Baker Landers ve "Zero Dark Thirty", Paul N.J. Ottosson

En İyi Ses Miksajı: "Les Miserables", Andy Nelson, Mark Paterson ve Simon Hayes

En İyi Kostüm Tasarımı: "Anna Karenina", Jacqueline Durran

En İyi Makyaj ve Saç: Lisa Westcott ve Julie Dartnell, "Les Miserables"

En İyi Görsel Efekt: "Life of Pi", Bill Westenhofer, Guillaume Rocheron, Erik-Jan De Boer ve Donald R. Elliott.
 
 

Şubat 24, 2013

KELEBEĞİN RÜYASI : EN GÜZELİNİN BİLE BİR ŞİİRLİK CANI VAR...

Cumartesi gününü geride bırakmış olmanın verdiği iç burukluğuyla başlıyorum bu yazıma. Ama neyse ki dolu bir cumartesiydi: Uzun zamandır beklediğim Yılmaz Erdoğan’ın yönettiği “Kelebeğin Rüyası” filmi vizyona girmişti ve bende izleme fırsatını yakalayabildim. Uzun süre beklediğime deydi mi derseniz evet kesinlikle deydi. Başrol oyuncularının her birini ayrı ayrı çok beğendim. Ama asıl diyalogları çok beğendim. Konu iki şairin hikayesi olunca her bir diyalog da şiir tadındaydı. Arka planda da savaş yıllarına, fakirliğe, zamanın ince hastalığı vereme, mükellefiyet kanunu ile zorla madende çalıştırılan erkeklere yer verilmişti. Bu nedenle de güldüren diyaloglar bile derin manalar içeriyordu. Filmin diyalogları gibi görüntüleri de çok etkileyiciydi. Film başladığında kendimi o dünyanın içinde buldum. Film bittikten epey sonra da hala çıkamamış olduğumu fark ettim.

O kadar çok iç yakan sahne vardı ki her biri gece boyu beynimde, kalbimde döndü durdu. Film sonrası ekranda jenerik akarken Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur’un yaşadıklarını merak etmeyen, genç yaşta vereme yakalanan bu iki şairin şiirlerini, aşklarını, mektuplarını kurcalamak istemeyen yoktur sanırım. Bu nedenle de en çok bu iki şairin bugünlere tanık olamamasına üzüldüm..  Evet yaşadıkları dönemden yıllar sonra hayalleri gerçek oldu belki ama bunu göremedikten sonra neye yarar ki… Yine de Yılmaz Erdoğan’ ı takdir etmek lazım. Yıllar sonra bu değerli şairleri tanımayanlara tanıtıp, tanıyanlara da yeniden hatırlattığı için. Ayrıca sadece yazar olarak değil yönetmen olarak da elindeki malzemeyi estetik bir üslupla sunmayı ve 1940’lı yılların Türkiye panoramasını Zonguldak üzerinden sergilemeyi başarabildiği için. 

Film beni çok etkilemiş olsa da gereksiz yanları da yok değildi. Yan hikayelerde bir kopukluk söz konusuydu. Erdoğan’ın, dönemin sıkıntılarına, köylünün zorunlu madencilik yasasına değinirken filmin ana temasından uzaklaşması, seyircilerin hadi artık bitse de gitsek diyaloglarına sebep oldu.

Bu kadar kusur da nazar boncuğu olsun diyerek oyunculuklara da değinmek gerekirse herkesin dile getirdiği gibi Kıvanç Tatlıtuğ olağanüstüydü. Ama Mert Fırat’ında ondan geri kalır yanı yoktu. Rolleri için biçilmiş kaftanlardı diyebilirim. Bayan oyuncular da ise Belçim Bilgin başarılıydı ama Zeynep Farah Abdullah’ın sahneleri ölçülü olsa da çok daha fazla etkileyiciydi.

Film sonlara geldikçe daha bir can yaktı. Yazmak için binlerce neden bulup, bunu yazabilecek kağıt bulamamaları canımı çok acıttı. Unuttuğum kıymetleri hatırlattı.  Şükredebilecek ne çok nedenim olduğunu düşündürdü ve dilime bir cümle doladı:

Blog bahanesidir yazmanın !!!




Şubat 18, 2013

SANAT YAP SOKAĞA AT

Yine bir hafta başı yine bir pazartesi. Ama bugün her zamankinden daha bir pazartesi. Çünkü bu bol sendromlu güne hava da eşlik ediyor bugün. Öylesine gri renge bulanmış ki Ankara; azıcık güneş açsa da grinin tonu biraz açılsa diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Ruhum bu güne ve havaya uyum sağladı: fazlasıyla karanlık… Şöyle bir yürüyeyim hava alayım desem her yer taş bina, her yer koyu gri…

Biraz açtırmak lazım bu şehri, koyu gri yerine insana enerji veren yeni renkler sunmak lazım. Sanatı sokaklara taşımak lazım mesela. Kaldırımlara hayat vermek, sokak sanatının usta ressamı Kurt Wenner’ ı getirtip sokakları, kaldırımları, caddeleri alabildiğine renklendirmek lazım. Sokaklarımızı onun sihirli ellerine bırakıp; çıkan sonucun tadına varmak lazım. Nitekim Wenner’ın gerçekten sihirli elleri olduğuna inanıyorum. Çünkü eserlerine bakarken her defasında büyüleniyorum.  Nasıl olurda bir insan sadece bir çizimle sokakları bu kadar renklendirebilir? Üç boyutlu resimleri nasıl bu kadar başarıyla üstelik sokaklarda bize sunabilir? Şaşmamak elde değil doğrusu. 


Tanımayanlar için Kurt Wenner, Kaliforniya'da doğmuş bir tasarımcı. 14 yaşında sanatçı olmaya karar veren Wenner, Rhode Island Tasarım Okulu ve Tasarım Sanatı Merkez Koleji'nde eğitim gördükten sonra, 1982'de NASA'da çalışmaya başladı. NASA'da çalıştığı dönemde işi, dünya dışındaki sistemlerin yüzey arazilerini ve gelecekteki olası uzay projelerinin kavramsal resimlerini çizmek olan Wenner, 1991'de İtalya'ya giderek klasik sanat ve Rönesans sanatı üzerine yoğunlaştı. Wenner'ın yeni bir sanatsal form olarak ortaya koyduğu 3 boyutlu sokak ressamlığı, diğer sanatçılar tarafından ancak 15 yıl sonra ve bilgisayar programlarının yardımı sayesinde taklit edilebildi. Wenner'dan ilham alan kişiler arasından Wenner’ın beğendiği tek isim ise Eduardo Relero oldu.


Wenner, Fransa'dan Tayvan'a, Hong Kong'tan Güney Afrika'ya 24 farklı ülkede farklı çalışmalara imza attı. 2011 senesinde de Türkiye’ye geldi ve İstanbul Bağdat caddesinde bir çalışmasını sergiledi. Keşke şimdi de Ankara’ya gelse. Grinin tonunu biraz olsun açabilecek önemli bir isim ne de olsa. Şu günlerde biraz yaşlandığını düşündüğüm Ankara’nın enerjisini yükseltir belki. İnsanlardaki gerginlik yerini tebessüme bırakabilir bu sıcacık 3 boyutlu ilginç resimler sayesinde. Hem ne demişler: 


Sanat ne kadar yakınımızda o kadar mutluyuz bizde..



Şubat 14, 2013

BRUNO'NUN HEYKEL BAHÇESİ



Hayatta bazı günler var ki hem varlığından hoşnut olmazsınız, hem de öyle bilinçaltınıza işletmiştir ki reklamlar; bir şey de yapmadan duramazsınız. Yapamazsanız da yapmak istersiniz. Sönük sıradan olması yerine, illa ki bir rengi olsun o günün istersiniz. Bugün de o günlerden biri işte. Günlerdir reklamı yapılan gün geldi de çattı.

Sabah işe gelirken hayatımda görmediğim kadar çiçekçi gördüm sanırım. Elleri çiçeklerle dolu kuryeler siparişdağıtımına başlamıştı. Biriyle aynı dolmuştaydık. Burnuma müthiş acı bir sprey kokusu gelene kadar fark etmedim çiçekleri. Sonra bu koku nedir diye bakınırken gördüm. Çok güzeldiler diyemeyeceğim. Çünkü mis gibi kokması gereken çiçekler biber gazı misali bir koku dağıtıyorlardı etrafa. O çiçekleri görünce işin ticari kısmından çok uzaklarda yemyeşil bol çiçekli bir bahçe içinde olmak istedim: gerçek çiçek kokularını duyabilmek, o mis kokuları içime kadar çekebilmek için.. Ama sade bir bahçede olmayayım içinde biraz da sanat olsun istedim. Böyle mis kokular içinde hayallerken kendimi aklıma belki daha çok da kalbime Bruno’nun Sanat Bahçesi geldi. Şimdi orada olmak vardı. Şu güzel havada yeşille sanatı bir arada ruhuma işletmek; vereceği enerjiyle yükseldikçe yükselebilmek vardı. Hiç görmesem de Bruno’nun bahçesinin böyle bir enerji yayacağına inanıyorum. Çünkü Bruno’nun da hayata benim baktığım pencereden baktığını düşünüyorum. Deli deliyi gözlerinden tanırmış ne de olsa..


Peki tanımayanlar için kimdir bu Bruno?

Güney Amerika’da doğmuş olan Bruno Torfs heykeltıraşve ressamdır. Şu anda Avusturalya’da yaşayan sanatçı, burada Marysville’ın Victoria kasabasında oluşturduğu heykel bahçesi ile adını duyurmuştur. İlhamını dünyanın farklı yerlerine yaptığı seyahatlerden, doğadan ve doğaya duyduğu sevgiden aldığınısöyleyen Torfs’un bahçesinde masal ve mizah kahramanları yaşamaktadır. İzleyicilerine adeta sihirli bir dünyanın kapısını açan Bruno’nun Sanat ve Heykel Bahçesi içinde irili ufaklı 300'den fazla heykel bulunmaktadır. Aslında çok az sayıda heykelle başladığı bu projenin gördüğü yoğun ilgiden etkilenmiş; bu nedenle de eser sayısını sürekli olarak arttırmıştır. Böylelikle Bruno, tropik ormanın içine ağaç oymacılığı ile yaptığı heykelleri ile dünyada bir ilk olmuştur.

İşte bunun için yaşarken görmek istediğim yerlerden biri de Bruno’nun Heykel Bahçesidir. Fotoğraflarına bakarken bile hayran kaldığım heyecanlandığım bu mekanı bir de direk teneffüs etsem kimbilirnerelere alır götürür beni. Nasıl huzurla dolar içim.. Pek çok masal kahramanımla buluşmak ne kadar çocuklaştırır acaba beni.??

Şimdilik cevapları bilmiyorum ama birgün gidip görmüş ve bu sorulara verilecek cevapları bulmuş olmayı ümit ediyorum..





Şubat 12, 2013

OPERASYON: ARGO


Sinemaya olan düşkünlüğümden daha önce bahsetmiştim ama kardeş ve eşle bir arada film izlemenin tadının hiçbirşeye değişilemeyeceğine, değerine de pahabiçilemeyeceğine değinmemiştim sanırım. Cuma günü de bu pahabiçilemez günlerden biriydi benim için. Çünkü bir aradaydık ve maalesef ki sinemada izlemeyi kaçırdığım "Operasyon Argo" filmi kardeşimin bilgisayarında arşivlik filmler kısmında yerini almıştı. Biz de anı değerlendirdik ve izlemeye koyulduk. Film merak ettiğim kadar vardı. Kısaca konusuna değinmek gerekirse; 1979 yılının 4 Kasım tarihindeŞah'ın devrildiği İran devriminin en yoğun günlerinde, militanlar başkent Tahran’daki Amerikan Büyük Elçilik binasına girip 52 Amerikalı’yı rehin alırlar. O sırada yaşanan kaosto kaçmayı başaran 6 Amerikan vatandaşı Kanada Elçiliği’ne sığınır ama hayatları halen tehlikededir. Her an yakalanma ve öldürülme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. CIA uzmanı Tony Mendez bu Amerikan vatandaşlarını kurtarmak amacıyla bir film senaryosuna yakışır oldukça riskli bir plan hazırlar...

Filmin gerçek bir konudan uyarlanması beni çok etkiledi. Film hakkında pek çok kişi oldukça sert eleştirilerde bulunmuş. Yeni bir Amerikan propagandası diye bahsetmişler. Propaganda konusunda haklı olabilirler; ama bir de gerçeklik var. Senaryo, 1979 yılında yapılmış bir insan kurtarma operasyonunu anlatıyor. Böyle bir gerçek hikaye varken ve elde imkanlar da varken bu senaryoyu değerlendirmek kaçınılmaz olmalı zaten.

Film, izlerken düşündüren türlerden. Ben de izlerken bir de bizi, ülkemizi düşündüm. Eğer bizim elçiliğimiz basılmış olsaydı; oradan kaçmayı başarabilen insanlar acaba hangi ülkenin elçiliğine sığınabilirlerdi. Hadi sığındılar diyelim bizim ülkemizde 6 insan için böyle güçlü bir kurgu hazırlanıp kurtarma projesi oluşturulur muydu acaba? 6 insan için değer mi derlerdi belki. Ne de olsa bizde insana verilen değer ortada.. Bunun için bu filmde yapılan Amerikan reklamına değil de; oradaki gerçekliğe imrendim. Bir ajanın yaptığı plana, CIA’in bu planı kabul etmesine, bu plan için sahte film stüdyosu oluşturulmasına, afişbastırılmasına, sahte filmin tanıtımının yapılmasına ve sonucunda Tony Mendez’in hayatı pahasına bu insanları kurtarmasına imrendim. Dönüp dönüp güzel ülkeme baktım: Amerika 6 vatandaşı için böylesi mücadele verirken; bizim ülkemizde o tarihlerde birçok insanın sadece düşünceleri yüzünden işkence gördüğünü, hatta öldürüldüğünü hatırladım. Sanırım bunun için bu film beni bu kadar etkiledi. Aslında bir ülkenin gelişmesinin en büyük gereğinin; öncelikle vatandaşına gereken değeri vermesi olduğunu bir kez daha anladım. 

Sonuç olarak bu sene Oscar Ödül Törenleri’nde gönlümden geçen "Pi’nin Yaşamı"olsa da bu film de rafa kaldırılmamalı; verdiği mesaj ve alınabilinecek dersler için, ayrıca özeleştiri yapabilmeyi sağladığı için mutlaka izlenmeli diye düşünüyorum. Bunlar dışında bir de İran diye gösterilen pek çok sahnenin çekimleri aslında İstanbul’da çekilmiş. Bu da izlemek için bir sebep olabilir.


Şubat 05, 2013

MAMUT ART




Küçük bir çocukken en büyük hayalim çok başarılı bir ressam olmaktı. Şimdi büyüdüm. Ama hala hayalden öteye geçirebilmeyi başaramadım. Aslında insanlar beceremedikleri işi hiç sevmezler.  Kişi, Ortaöğretimde flüt çalmayı beceremiyorsa müzik dersinden ömür boyu nefret edebilir. Ben de ise her zaman tam tersi oldu. Beceremediğim her sanat dalına aşık oldum. Resim de bunlardan biri. Vakti zamanında Cin Ali bile çizemediğim halde epey uğraşma girişimlerinde bulundum. Sonuç ise; tam bir başarısızlıkla noktalandı. Genellikle ressamlar sanat tarihçilerini şu şekilde tanımlarlar: "Resim çizmeyi beceremeyen kişilerin, ressamları kıskanıp beceremiyorsam eleştirebileyim diye yaptığı bir meslektir." Herkes için geçerli olmasa da sanırım ben bu tanıma uyanlardanım.  Ama bir şeyi de çok iyi biliyorum: Herkes ben değil. Kim bilir keşfedilmemiş ne ressamlar var. Olağanüstü çizimlerine rağmen hala farkına varılmamış bir dolu çizer… Önceki gün Kültür-Sanat haberlerini karıştırırken bir proje ile karşılaştım. Projenin ucunun işte bu henüz keşfedilmemiş yeteneklere dokunduğunu görünce de buradan paylaşayım istedim:  
 "Mamut Art" olarak adlandırılan Proje Bağımsız sanatçıların kendini gösterebilmesi ve gelecek vaad eden sanatçıların erken keşfedilebilmesi için tasarlanmış. MAMUT ART PROJECT Kurucu Ortağı Seren Kohen verdiği röportajında sanatseverlerin mevcut fuarlardan eser satın alamadıkları için çözümü, reprodüksiyon tablo veya posterlerde aramak zorunda kalmalarının oldukça üzücü olduğundan bahsetmiş. Bunun için MAMUT ART PROJECT olarak, yetenekli genç sanatçılara eserlerini galeri standartlarında kendilerine özel sunum alanlarında sergileme; sanata gönül vermiş kitlelere ise özgün eserlere “ulaşılabilir” meblağlarla sahip olma imkanı sunacaklarını dile getirmiş.
16-19 Mayıs tarihleri arasında İstanbul Hasköy Yün İplik Fabrikası’nda düzenlenecek sergide eserleri ile yer almak isteyenler için başvurular, 1 Nisan 2013 tarihine kadar devam edecekmiş.
Ben de iyi bir çizer olabilseydim; bu projede yer almak için şansımı denerdim sanırım. Daha fazla bilgi edinmek için ise " http://www.mamutartproject.com/  " adlı internet sitesini ziyaret ederdim.  


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...