Şubat 24, 2013

KELEBEĞİN RÜYASI : EN GÜZELİNİN BİLE BİR ŞİİRLİK CANI VAR...

Cumartesi gününü geride bırakmış olmanın verdiği iç burukluğuyla başlıyorum bu yazıma. Ama neyse ki dolu bir cumartesiydi: Uzun zamandır beklediğim Yılmaz Erdoğan’ın yönettiği “Kelebeğin Rüyası” filmi vizyona girmişti ve bende izleme fırsatını yakalayabildim. Uzun süre beklediğime deydi mi derseniz evet kesinlikle deydi. Başrol oyuncularının her birini ayrı ayrı çok beğendim. Ama asıl diyalogları çok beğendim. Konu iki şairin hikayesi olunca her bir diyalog da şiir tadındaydı. Arka planda da savaş yıllarına, fakirliğe, zamanın ince hastalığı vereme, mükellefiyet kanunu ile zorla madende çalıştırılan erkeklere yer verilmişti. Bu nedenle de güldüren diyaloglar bile derin manalar içeriyordu. Filmin diyalogları gibi görüntüleri de çok etkileyiciydi. Film başladığında kendimi o dünyanın içinde buldum. Film bittikten epey sonra da hala çıkamamış olduğumu fark ettim.

O kadar çok iç yakan sahne vardı ki her biri gece boyu beynimde, kalbimde döndü durdu. Film sonrası ekranda jenerik akarken Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur’un yaşadıklarını merak etmeyen, genç yaşta vereme yakalanan bu iki şairin şiirlerini, aşklarını, mektuplarını kurcalamak istemeyen yoktur sanırım. Bu nedenle de en çok bu iki şairin bugünlere tanık olamamasına üzüldüm..  Evet yaşadıkları dönemden yıllar sonra hayalleri gerçek oldu belki ama bunu göremedikten sonra neye yarar ki… Yine de Yılmaz Erdoğan’ ı takdir etmek lazım. Yıllar sonra bu değerli şairleri tanımayanlara tanıtıp, tanıyanlara da yeniden hatırlattığı için. Ayrıca sadece yazar olarak değil yönetmen olarak da elindeki malzemeyi estetik bir üslupla sunmayı ve 1940’lı yılların Türkiye panoramasını Zonguldak üzerinden sergilemeyi başarabildiği için. 

Film beni çok etkilemiş olsa da gereksiz yanları da yok değildi. Yan hikayelerde bir kopukluk söz konusuydu. Erdoğan’ın, dönemin sıkıntılarına, köylünün zorunlu madencilik yasasına değinirken filmin ana temasından uzaklaşması, seyircilerin hadi artık bitse de gitsek diyaloglarına sebep oldu.

Bu kadar kusur da nazar boncuğu olsun diyerek oyunculuklara da değinmek gerekirse herkesin dile getirdiği gibi Kıvanç Tatlıtuğ olağanüstüydü. Ama Mert Fırat’ında ondan geri kalır yanı yoktu. Rolleri için biçilmiş kaftanlardı diyebilirim. Bayan oyuncular da ise Belçim Bilgin başarılıydı ama Zeynep Farah Abdullah’ın sahneleri ölçülü olsa da çok daha fazla etkileyiciydi.

Film sonlara geldikçe daha bir can yaktı. Yazmak için binlerce neden bulup, bunu yazabilecek kağıt bulamamaları canımı çok acıttı. Unuttuğum kıymetleri hatırlattı.  Şükredebilecek ne çok nedenim olduğunu düşündürdü ve dilime bir cümle doladı:

Blog bahanesidir yazmanın !!!




1 yorum :

gülelim gülüşelim dedi ki...

Güzel yazınızı beğeniyle okudum, başarınızı kutlar, sizi de benim bloguma beklerim. Dost selamlar.
www.erhantigli.blogspot.com

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...