Ağustos 05, 2014

BÖĞÜRTLEN KIŞI



Aşırı sıcaklar benim gibi bir kışsevmez birine bile kışı özletebiliyor.  Ne de olsa insanevladıyım olmadık zamanlarda olmadık şeyleri istiyorum, bir şeylerin kıymetini hep olmadığı zamanlarda anlıyorum. Hal böyle olunca kış özlemim okuduğum kitaplara da tesir etti. Bir kış hikayesi okumak istedim. Seçimimi de Sarah Jio’nun “Böğürtlen Kışı” adlı romanından yana kullandım. İsteğim biraz serinlemekti belki.. Ama hiç te düşündüğüm gibi olmadı. Serinlemek şöyle dursun etkisiyle alev alev yandım diyebilirim. İlk kez okuduğum bu yazar anlatımıyla ve hikayesiyle oldukça etkiledi beni.  

Kitap 2 farklı hikayeden oluşuyor. Biri 80 sene önce diğeri ise günümüzde yaşanan iki kadının hikayesi umulmadık bir şekilde kesişiyor. Kesişen hayatlar bizi büyük bir aşk hikayesiyle, sınıf farklılıklarının ortaya çıkardığı sorunlarla, saf annelik duygusuyla ve amansız bir evlat acısıyla buluşturuyor. Çok hüzünlü gibi görünse de beklenmedik bir sonla büyülemeyi başaran bu kitap çok akıcı ilerliyor.

Kitabın günümüzdeki kahramanı Claire, gazetecidir. Tam anne olmak üzere iken başından geçen talihsiz bir kaza sonucu çocuğunu kaybeder. Bunun psikolojisi ile eşiyle arası açılır. Yaşadıklarının etkisiyle etkin bir şekilde gazeteci kimliğini kullanamayan Claire’in bahar ortasında yağan kar hayatının akışını değiştirecektir. 


“Böğürtlen Kışı” olarak adlandırılan bu zamansız kış hakkında Claire’den bir yazı yazması istenir. Çünkü aynı durum 1933 yılında da yaşanmıştır. Claire, 1933 yılının arşivlerini karıştırırken karşısına o gün kaybolan bir çocuğun haberi çıkar. Kayıp çocuk Daniel, Claire’in ilgisini fazlasıyla çeker. Daniel’ın hikayesi Claire’i Vera’nın hüzünlü ve bir o kadar etkileyici yaşam öyküsüyle buluşturur.

Kitapta bir bölüm Claire’in Daniel’ı araştırırken başına gelenler ile geçerken diğer bir bölüm Daniel’ın annesi Vera’nın 1933’lü yıllarda başına gelenleri anlatmaktadır: Vera'nın  fakir ama çok güzel bir kız iken zengin ama iyi kalpli bir adama aşık oluşu.. Bu aşkın meyvesi Daniel ve Daniel'e bakabilmek için yaşadığı zorluklar.. Bir sabah Daniel'in ortadan kayboluşunun ardından Vera'nın amansız arayışı..

Kesişen hayatlar, etkileyici bir son, şaşırtıcı bir sürpriz.. Kitabı okumak için sayılabilecek nedenlerden birkaçı sadece. Bu nedenledir ki içeriği kadar kapağı da ilgi çekici olan bu kitap tarafımdan şiddetle tavsiye edilir.


Temmuz 22, 2014

KEŞKE (IF ONLY)


Öylesine bir anda tv kanallarını karıştırırken karşıma çıkan "If Only (Keşke)" filmi başlarda can sıkıntısıydı; bittiğinde ise bir geç kalmışlık hissi: İzlemekte neden bu kadar geç kalmışım ki dedirten türden. Önemli, etkileyici fazlasıyla duygusal ve düşündürücüydü. Romantizmin dolu dolu yaşandığı farklı senaryosuyla hayata dair büyüleyici romantik bir filmdi. Kısacası basit gibi görünse de verdiği mesajlar nedeniyle izlenmesi gereken bir filmdi bana göre..

Filmin konusuna kısaca değinmem gerekirse İan, Londra’da yaşayan bir iş adamıdır. Müzisyen sevgilisi Samantha ile yaşadıkları bir tartışma sonrası Samantha hayatını kaybeder. Bu olaydan dolayı hayatı alt üst olan İan, o güne tekrar dönmek ve Samantha ile o son günü tekrar yaşamak ister. Mucizevi bir şekilde gerçekleşen bu istek ise, daha başka dramatik sonuçlar doğurur.


Yaşanan büyük bir trajedi sonrası tekrar eden ya da tüm hayatı değiştiren gün klişesi 90'larda çok meşurdu ki 8-10 filmde bu yaklaşımı izledik. En iyisi büyük bir başyapıt olan “Bugün Aslında Dündü” filmiydi,  en sevimlisi “Bay Kader”di, pek beğenilmese de en özgünü “Zaman Makinesi”ydi: Neticede işe bilimkurgu tarafından bakıyordu. Filmimiz ise tamamen sevgi üzerinden ilerliyor, kaybetmeden değerini bilmenin, anı yaşamanın, anı kıymetlendirmenin üzerinde duruyor.

Bazı duygusal filmler vardır ayy ne güzel film ne büyük aşk vs.. dersiniz, izlersiniz ve unutursunuz ama bu kurguda insan istemeden kendini katıyor olayın içine. Bir de hayatınızda biri varsa ister istemez Ian ve Sam siz oluveriyorsunuz bir anda. Aşkın büyüklüğü ve zamanın acımasız hızı geliyor akla. Söylemeliyim ki kader bir filmde bu kadar güzel anlatılır. Kaderimiz belli ama bilmiyoruz. Ya bilebilseydik sonumuzu veya sevdiklerimizin sonunu sizce de hayatımızda değiştireceğimiz çok sey olmaz mıydı? Bu film söylemekten kaçınıp söylemek istediklerimizi, yapmaktan çekinip te yapmadıklarımızı yapmak için belki de çok az zamanımız kaldığını hatırlatıyor insana.

Ayrıca ne “Sil Baştan” 'daki kadar fantastik, ne “50 İlk Öpücük”teki  kadar komik, ne de “Not Defteri”ndeki kadar çılgın bir aşk.. Bu filmdeki daha bir farklı: Gerçek anlamını sonradan kazanan bir aşk: Hüzünlü, çarpıcı ve etkileyici..

Sonuç olarak içinde mesajı olan, etkileyici, hüzünlü romantik bir film arıyorsanız; siz de benim gibi daha fazla geç kalmamış olun; Keşke dememek için, hayatı dolu dolu yaşamanın ne kadar önemli olduğunu anlayabilmek için mutlaka izleyin..


Şimdiden İyi Seyirler…

Şubat 13, 2014

12 YILLIK ESARET



Bazen hayat seni esir alır ya da sen öyle hissedersin her şeyden uzaklaşır öylece durursun.. En sevdiğin eylemlerden vazgeçersin, yazmayı biraz ertelersin.. Sonra bir film izlersin ve silkelenirsin. Nedir ki yaşadığın?  “Neler yaşanmıştır oysa yüzyıllar boyunca” dedirtir izlediğin o iki saatlik film. İşte öyle bir şeydi “12 Yıllık Esaret” filmi.

Birçok izleyene sıradan gelen bu filmin bana göre en güçlü yanı oldu sıradanlığı. Çünkü “Özgür” olarak yaşayan bir siyahın, kaçırılıp köleleştirilmesini ve köle olarak geçirdiği 12 yılı anlatan film, konusu itibariyle abartmaya fazlasıyla müsait. Hatta bunu yapmadan konuyu işleyebilmek neredeyse imkansız. İşte 12 Yıllık Esaret, bu imkansızın peşine düştüğü için, yani sıradan olduğu için önemli. Steve McQueen, “Ben kölelikle ilgili bir hikaye değil, gerçekleri anlatmak istedim” diyor filmle ilgili olarak. Beni ve birçok izleyiciyi de bu gerçekler etkiliyor sanırım..

Yönetmen konuya özgürlük kavramından yaklaşıyor ve “özgür”ken köle haline gelen Solomon’un psikolojisine odaklanıyor. 12 Yıllık Esaret’in büyük laflar söyleyen ve mesajını büyük harflerle yazan filmlere benzememesini sağlayan da bu.

Filmin başlarında ben hayatta kalmak istemiyorum ben yaşamak istiyorum diyen Solomon’un daha sonraları sahibinin gözüne girmek için verdiği çabalar, Hegel’in köle-efendi ilişkisini hatırlatıyor insana. Köle efendi ilişkisinde, köle köleliğini kabul ettiği anda özne olmaktan çıkar ve nesneleşir. Tüm sömürü ve baskı ilişkilerinin devamını sağlayan da bu kabul ediştir.
Yaşadığının, yani insan olduğunun bilincini yitiren Solomon’un, özgürlüğe en yaklaştığı an, kölelikten kurtulduğu zaman değil, sahiplerine isyan ettiği, karşı geldiği  birkaç kısacık andır. Sonrasında tekrar köleliğini kabul etse de, isyana kalkıştığı o saniyeler, Solomon’un gerçekten özgür olduğu anlardır. Çünkü bu isyan anında artık köleliği reddetmiş ve insan olduğunun bilincine varmıştır. Nesneden özneye dönüşmüştür. Sahip-köle ilişkisi o zaman diliminde ortadan kalkmıştır.



McQueen, Solomon’un kölelikten kurtulduktan sonra özgürleşmediğini, özgürlüğün bu olmadığını, filmin finalini alışageldiğimiz şekilde mutlu bir sona bağlamayarak belirtmektedir. Çünkü, filmin sonunda verilen bilgiler de, aslında kurtulsa da, Solomon’un gerçek anlamda özgür olamadığını göstermektedir. Kendini kaçıranlara karşı açtığı davada, siyahların beyazlara karşı tanıklık etmesi yasak olduğu için, kaybetmiştir. Yani, yasalar ve toplum ışığında, hala bir nesnedir. McQueen, meselenin, siyahlara verilen bir “özgürlük” belgesinden ibaret olmadığının bilincinde olduğu için, meseleyi buraya sıkıştırmaz. Meselenin daha farklı boyutlara sahip olduğunu, Solomon’un ilk tutulduğu hücreyi gösterdiği sahnede belirtir aslında. Bu sahnede kamera, Solomon’un hücresine ait pencereden çıkar ve yavaş yavaş yukarı doğru yükselir. En tepeye vardığında ise, karşımıza Beyaz Saray çıkar, şu an bir siyahinin ikamet ettiği Beyaz Saray.

Ben hayatta kalmak istemiyorum, ben yaşamak istiyorum... Filmi benim için kültleştiren bu etkileyici cümle… Çünkü Hepimiz böyle istiyoruz aslında, ama çoğu zaman yaşamak yerine hayatta kalmayı tercih ediyoruz. Bireysellikten uzaklaşıp illa ait olma ihtiyacı duyuyoruz. Kişisellikten korkup nesne olmayı tercih ediyoruz. Bir topluluğa dahil olarak gerçekleşeceğimize, tamamlanacağımıza inandırılıyoruz. Aynı düşünceye aynı inanca gönül verdiğimizi düşünüp kalabalıklar içinde yalnızlaşıyoruz. Sorgulamaktan korkuyoruz, sessiz kalıyoruz, susuyoruz, hataları yanlışları kabulleniyoruz. Yeter ki ucu bize dokunmasın diyoruz…


Eylül 12, 2013

MUTLULUĞA BOYA BENİ




Büyümeyen ruhumdan mıdır bilmem ama animasyonlara oldum olası büyük bir sempati duyarım. Çoğu zaman eğlenceli bulsam da arada hüzünlendiren düşündüren animasyonlar da çıkar karşıma. Hal böyle olunca bende izlediğim animasyonun etkisinden çıkamam. “Mutluluğa Boya Beni” de izledikten sonra etkisinden çıkamadığım animasyonlardan. Onun için bu sıcacık filmden biraz bahsetmek istedim.

Orijinal adı Le Tableu olan Fransız filmi Türkçeye  “Mutluluğa Boya Beni” olarak çevrilmiş ve bence yaptığımız en güzel film ismi çevirilerinden olmuş.

Filmin konusu bitmemiş bir tablonun içinde geçiyor.  Çiçeklerle dolu bir bahçe ve arkada görünen bir şato karşılıyor bizi ilk önce. Ressamın tamamıyla boyayıp bitirdiği Toupin’ler,  bu durumun kibrine kapılarak tablonun yönetimini ele geçirmiş ve şatoya sahip olmuşlar. Ressam tarafından tamamen çizildikleri için kaderlerinin yönetmek olduğunu düşünüyorlar. Eğleniyor ve rahat bir yaşam sürüyorlar. Tabloda Toupin’ler dışında boyaları tamamlanmamış Pafini’ler ve eskiz halinde kalmış Reuf’lar yer alıyor. Kendilerini lider olarak kabul eden Toupin’ler, Pafini’lere ikinci sınıf muamelesi yapıyorlar, Reuf’ları da köleleştirmiş durumdalar. Pafini’ler neden yarım bırakıldıklarını anlamadıkları için ressama karşı öfkeliler. Yani aslında filmde çok da tanıdık olduğumuz bir dünya ile karşılaşıyoruz.

Filmde bir de aşk var. Yüzyıllardır her eserde işlenen, imkansız olan aşk. Toupin’lerden tamamlanmış yakışıklı Ramo ve yarım kalanlardan Claire arasında. Farklılıklar onlar için önemli değil. Ama ne Toupin’ler ne de Pafini’ler bu ilişkiyi onaylamıyor. Yalnızca yarım kalanlardan Lola, bu aşkın destekçisi.

Bu imkansız aşk nedeniyle  farklılıklarını yok edebileceğini düşünen Ramo ve yalnızca yaratıcısını görmek isteyen Claire yanlarına bir de eskizi alarak ressamı bulmak için tablolarından çıkıyorlar. Tablolarında çıkıyorlar çıkmasına ama ressam ortada görünmüyor.  Bu durum kahramanlarımızı yıldırmıyor ve yaratıcılarını ararken başka resimlerin arasına karışıyorlar. Bu sayede pek çok şey görüp pek çok şey öğreniyorlar.


Irklar için seçilmiş isimler de son derece yaratıcı:
Toupin, tout peintten türemiş; tamamen boyanmış anlamına geliyor.
Pafini, pas finiden türemiş; bitmemiş demek.
Reuf ise rough sketchten türetilmiş. Kaba çizim, eskiz demek.

Aslında dünya üzerindeki herkesin aklına şu veya bu biçimde takılan bir sorunun peşinden gidiliyor filmde. Kendimiz gibi olmayanı ötekileştirmek, üstünlüklerimizin bize sınırsız haklar tanıdığına inanmak, eksik ve farklı olanı cezalandırma hakkını kendimizde görmek… Bir de yaratıcıyı arayış, dini yaklaşımlarla sorgulayış…

 
Filmde sık sık “Beni neden böyle yarattın?” sorusunu görüyoruz.. Ve nihayetinde ressamı bulduklarında ressam bile şaşırıyor resmettiklerinin yaptıklarına. “Ben onları terk etmemiştim ki; onlara en temel gereklilikleri verdim. Bazen basit bir çizim, özenilmiş bir resimden daha güzel olabilir.”diyor ve bu cümle içinde bulunduğumuz hayatı gayet net özetliyor.

Sonuç olarak gökkuşağı eylemlerinin gündemde olduğu, farklılıklarımızın zenginlik değil de meziyet sayıldığı şu dönemlerde izlenmesi ve düşünülmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum. Mümkünse bir değil, birkaç defa izlenilmesinden yanayım. Çünkü ilk seferde anlayabilmek için fazlaca ince mesajları var.

Filmin sonbaharınıza renk katacağından eminim. İyi seyirler!







Eylül 05, 2013

AYNI YILDIZIN ALTINDA




Ve bir kitap daha biter…

Başlarken popüler kitaplar pek de beni sarmaz ama boş durmaktan iyidir yine de okuyayım bu kitabı diye başlayıp bitirdiğimde ise hayata bir dolu anlam yükleyerek, şükrederek, fazlasıyla hüzünlenerek noktaladığım bir kitap okudum.

Başlarda neden bu kadar sevildiğini anlayamamış hatta sırf hüzünlü olduğu için tutulduğunu düşünmüştüm ama kitabın ilerleyişinde bu iki çocuğun birbirlerine anlattıkları, hissettikleri beni de etkileyince nedenini anlamış oldum.

“Aynı Yıldızın Altında”, hikayenin baş kahramı Hazel Grace Lancaster'in bakış açısıyla anlatılıyor. Hazel 16 yaşında ve troid kanseri. Birkaç yıl önce kanser teşhisi konulan Hazel üç yıldır ölümü bekliyor. Ancak ölüm bir türlü kapısını tam olarak çalmıyor. Hazel, öyle her şeyden vazgeçmiş bir kanser hastası değil. Ölüme karşı biraz fazla anlayışlı davrandığını, ölmeye kesin gözle baktığını söyleyebiliriz ama her şeyden elini eteğini de çekmemiş. Bir kere ona büyük destek olan annesi için yaşamaya çalışıyor. Sırf o istedi diye gitmek istemediği Kanserli Çocuklar İçin Destek Grubu'na katılıyor.  Kitabın diğer önemli karakteri Augustus Water'la karşılaşması da bu sayede oluyor. Augustus, destek grubunun sürekli bir katılımcısı değil. Sadece arkadaşı Isaac'a destek olmak için gelmiş. Ancak birbirlerini ilk gördükleri andan itibaren Hazel ve Augustus  için değişim rüzgârları başlamış oluyor. Augustus da bir kanser hastası. Ancak sürekli kanül ve oksijen tüpü kullanmak zorunda kalan Hazel'e göre daha iyi göründüğü söylenebilir.

Hazel'in aşkı kabullenmesi öyle şap diye olmuyor. Çünkü kızcağızın en büyük korkusu öldükten sonra arkasından ağlayacak birilerini bırakmak. Ama durduramıyor da duygularını. 

Diyor ki: "O okurken uykuya dalar gibi âşık oldum: Önce yavaş yavaş, sonra bir anda."   Bu ifade biçimi de beni tam 12’den vuruyor.

Aynı Yıldızın Altında sanıldığı gibi sırf ölümü, kanseri bütün kötü olasılıkları anlatmıyor bize. Augustus ve Hazel arasındaki masum, aynı zamanda yürek parçalayıcı aşkı anlatıyor olmasına rağmen sadece çaresizliği aktarmıyor, karakterlerin mutlu anlarını da paylaşıyor. Onu okurken gülüyorsunuz, üzülüyor, sinirleniyorsunuz ve elbette ağlıyorsunuz. Ölüme sırıtabiliyor, iki insanın nasıl bu kadar uyumlu olabildiğini düşünüyorsunuz.

Sonuç olarak kitabın yazarı John Green dünyanın en acılı ve karmaşık çelişkilerini almış, dayanılabilir bir hale getirene kadar acı bir alaycılıkla yoğurmuş ve bu kitapla bizlere sunmuş. Bu nedenle de anlatılan hikaye; komik olabilmek için fazla trajik, üzücü olmak içinde fazla esprili olmuş. Yapılan bu ince ayar da kitaba bambaşka bir tat katmış.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...