Ocak 30, 2013

Westa Land (Çöplük) - Vik Muniz

İşyerimi bazen çok seviyorum. Çünkü merak ettiğim bir şeyi izlemek için vakit bulabiliyorum. Bu gün de o günlerden biri. Daha önce defalarca izleme girişiminde bulunup bir türlü izleyemediğim bunun içinde kendimi yiyip bitirdiğim Çöplük (Westa Land) belgeselini sonunda izleyebildim. İzler izlemezde mutlaka izlenmesi gereken belgeseller listeme dahil ettim.

Belgeselden önce bu belgeselin yapımına vesile olan Vik Muniz’in sanatla kesişen ilginç hikayesinden biraz bahsetmek istiyorum: 1961’de Brezilya’nın Rio kentinde dünyaya gelen sanatçının bir gün bir magazin dergisi almasıyla başlıyor her şey. Bu derginin içindeki fotoğrafları çok beğenen sanatçı kısa zaman sonra bu dergiyi kaybediyor ve aklında kalanlarla dergide yer alan fotoğrafları resmediyor. Bu çalışmasından da bir ödül kazanıyor. Ödül gecesine gittiği gün hayatında ilk kez smokin kiralıyor. Gecenin sonunda kendi gibi smokinli iki adamı kavga ederken görüp ayırmaya çalışıyor. Adamlardan biri yanlışlıkla Muniz’i vuruyor. Olay sonrasında Muniz’i yaralayan adam, kendisinden şikayetçi olmasın diye Muniz’e bir miktar para veriyor. Aldığı bu para ile 1983 senesinde Amerika’ya gelen Muniz kariyerindeki büyük değişimi başlatmış oluyor.
Muniz eserlerinde her türlü materyelden faydalanabiliyor.(Pamuk, şeker,ip,çikolata, endüstriyel malzemeler vb.) En dikkat çekici çalışmalarından biri olan "Şeker Çocuklar" sergisi Karayipler’de şeker işletmesinde çalışan bir grup çocuğun fotoğraflarından oluşur. Bu eserler siyah kağıt üzerine toz şekerle yapılmış portrelerdir. Sanatçının bu çalışması da çok başarılı ve çok insancıl bir çalışmadır ama benim bugün asıl değinmek istediğim Lucy Walker tarafından belgeselleştirilen Çöplük adlı çalışmasıdır. Sanatçı "Westa Land" adını verdiği projesinde dünyanın en büyük çöplüğü olarak bilinen Rio de Janeiro yakınlarındaki Jardim Gramacho’da çalışan çöp toplayıcılarının diğer adıyla “Catadorların” portrelerini yapar. Amacı elde ettiği geliri yine onlar için harcamaktır.
Buranın kendine ait bir sistemi vardır. Dışarıdan bakıldığında oldukça kapalı ve pis bir dünya gibi görünse de Vik Muniz samimi tavırları sayesinde Catador’ların saf ve onurlu hayatlarına kendisini kabul ettirmeyi başarır. Catador’lardan topladığı geri dönüşüme uygun atıklardan yine Catador’ların kendi portrelerini yapar. Bunu yaparken portre sahipleri de Muniz’e yardımcı olur.
Portreler tamamlandıktan sonra müzayede zamanı geldiğinde Muniz, Çöpçülerin kooperatif başkanı, 32 yaşındaki Tiao’yu Londra’ya götürmeye karar verir. Bu tavrı nedeniyle de eşiyle tartışma içine girer: Eşine göre bu insanlara asla ulaşamayacakları bir hayatı göstermek doğru değildir. Muniz ise tam tersi bir görüş içindedir. Ona göre bu insanlara hiç şans vermemek yanlış olandır. Sonuçta müzayedeye Tiao ile birlikte giderler. Ve Tiao’nun tablosu beklediklerinden çok daha iyi bir fiyata satılır. Bu durum Tiao’yu inanılmaz mutlu kılar. Çünkü Tiao bu sergiden gelecek parayı dernekleri için harcamayı planlamaktadır. Belgeselde Tiao gibi bu sergiye can veren pek çok karakterinde yaşamlarından izler sunuluyor. Her bir hikayede ayrı ayrı etkiliyor insanı...

Belgeselin en özel yanıysa bir sanat projesinin oluşum aşamalarını izleme şansı sunması. Bir sanatçı 3 yıl sürecek bir çalışma içine giriyor ve eserler ortaya çıktığında bunların nasıl oluştuğunu, bu eserler için nasıl çaba sarf edildiğini, eserlerde yer alan Catador’ların neler yaşadığını da görebiliyorsunuz. Bu da ortaya çıkan her tabloya çok daha farklı bir gözle bakmanızı sağlıyor. Belgeseli izlerken  Vik Muniz, "Sanat insanı değiştirebilir mi?" diye soruyor izleyiciye. Belgesel bittiğinde siz de bu soruya cevap veriyorsunuz: Evet, Kesinlikle Evet...
Son olarak Sergi benim gibi pek çok sanatseveri de etkilemiş olacak ki; 2010 Berlin İnsan Hakları Ödülü, Panorama-İzleyici Ödülleri,2010 Seattle En İyi Belgesel Ödülü,2010 Sundance İzleyici Ödülü gibi pek çok ödül alarak hak ettiği başarısını da taçlandırmış oldu. Bana da söyleyebilecek tek bir cümle kaldı:
"Herkesin yüreğine dokunacak, film tadında bu belgeselin çok daha fazla kişiye ulaşması temennisiyle…" ŞİMDİDEN İYİ SEYİRLER!!





Ocak 24, 2013

Şeker Portakalı


 
Küçük bir çocukken belki şimdikinden çok daha iyi bir kitap okuyucusuydum. O yaşta beni görenler alim olacağıma kanaat getirmişlerdi. Neredeyse bütün zamanımı kitap okumaya harcıyordum. Sınav zamanları ders çalışıyorum bahanesiyle defterlerimin arasına kitap sıkıştırıyor gizlice okumaya devam ediyordum. Evet sınav zamanları gizlice okuyordum; çünkü annem takipteydi. Arada bir de okul derslerine çalışmamın gerektiğini düşünüyordu. Sadece roman, hikaye okumak benim eğitim sürecim için yeterli olmazdı.
Ben İstanbul’da dünyaya geldim. Ama ilkokula başlamamdan bir ay sonra babamın tayini ile Mardin’e gittik. Orda üç sene kaldık. Sonra tayinimiz Ankara’ya çıktı. Anlayacağınız tam bir kültür şoku dönemimdi. İstanbul’dan Mardin’ e git. Bocala bocala. Tam alış. Hadi bu sefer yeniden büyük şehre gel. Mardin’de kaldığımız süre içerisinde sık sık öğretmensiz kalmıştım. O zamanlar sürekli boş geçen dersleri kafaya taktığımda söylenemezdi. Hatta çok da mutlu oluyordum. Ama Ankara’ya geldiğim ilk yıl, yaşıtlarımdan geride kaldığımı fark edince boş derslere sevinmenin pek de akıllıca olmadığını anladım. Sonuç olarak yaşadığım bu kültür şoklarının beni okumaya itmesi gibi olumlu bir yanı oldu. Kitaplarımla aramda kendimce bir dünya kurdum. Hikayelerdeki karakterler en yakın arkadaşlarım oluyordu; onlarla üzülüyor, onlarla gülüyordum. Brezilyalı ünlü yazar Jose Mauro de Vasconcelos’un  "Şeker Portakalı" isimli kitabı da büyüsüne kapıldığım kitaplardan biri oldu. Hikayenin başkahramanı olan Zeze’yle uzun yıllar unutamayacağım bir arkadaşlık bağı kurdum. Onun hikayesinden çok etkilendim. Şeker Portakalı bulamadım ama   bir çiçekle dertleşmeye başladım, kafamda hayali kahramanlar yarattım, onunla hastalandım, onun yemek yemediği zamanlarda ben de aç kalmayı tercih ettim. En önemlisi onunla olgunlaştım.
 Daha sonraki yıllarda benim için özel bir yeri olan bu kitap pek çok çocuğu da etkilemiş olacak ki; Milli Eğitim Bakanlığı’nın 100 Temel Eseri içerisinde yer aldı. Ama dün okuduğum bir haber bende büyük bir şaşkınlık yarattı. Şeker Portakalı kitabını derste ödev olarak okutan bir öğretmene, kitabın müstehcen olduğu gerekçesiyle soruşturma açılmış.  İstanbul’da Bahçelievler semtinde Behiye Doktor Nevhiz Işıl İlköğretim Okulu'ndaki 7. sınıf Türkçe öğretmeni öğrencilerinden performans ödevi olarak bu kitabı okumalarını istemiş. Velilerden biri de, kitabı okuduğunu ve şaşırdığını, kitabın Türk örf ve ananelerine aykırı içeriğe sahip olduğunu, içinde birçok argo sözcük ve küfür barındırdığını belirterek öğretmen hakkında soruşturma açılmasını istemiş. İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü de öğretmen hakkında, kitabı neden tavsiye ettiği ile ilgili olarak soruşturma açmış. Soruşturma henüz tamamlanmamış.
Bu nasıl bir çelişkidir. Sen bir Bakanlık olarak bu esere 100 temel eser içerisinde yer ver, sonra da sana bağlı bir Müdürlük bu eseri ödev veren öğretmene soruşturma açsın. Bu haberi okuyunca veliye mi yoksa İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne  mi daha çok şaşırayım bilemedim. Çünkü ben bu kitabı yıllar önce okumuştum ama o zamanki düşüncelerim hala dün gibi aklımda. Çocuk aklımla tüm velilerin bu kitabı okuması gerektiğini düşünmüştüm. Bana göre çoğu ebeveyn bu kitabı okuyarak bir türlü anlamlandırmayı başaramadığı çocuk dünyasının içine rahatlıkla süzülebilecekti. Bu kitap onlar için çocuklarının iç dünyalarının kapılarını açan bir anahtar olacaktı. 
 Sonuçta dönüp kendime bakıyorum. Bu kitabı okuduktan sonra bir küfürbaz olmadım, kaldı ki küfür her yerde. Sokaklarda ya da okullarda duyduğum küfürlerden çok daha azı vardı bu kitapta. Ben kitabın argosuna takılmak yerine bana sunduğu ana fikri anlamaya çalıştım: Kitapta çocuklara gereken ilgi ve şefkatin gösterilmesinin ne kadar da önemli olduğu vurgulanmıştı. Bende kitabı bitirdiğimde olumsuz etkilenmek yerine beni anlamaya çalışan bir ailem olduğu için şükretmiştim.  Bunun için şimdi o veli karşımda olsa yargılamak her zaman kolay olandır, keşke bu sefer yargılamak yerine anlamayı tercih etseydiniz derdim sanırım…

Ocak 21, 2013

DUYDUK DUYMADIK DEMEYİN BORUSAN KLASİK YAYIN HAYATINA BAŞLAMIŞ!!



Klasik müzikle ilk tanışıklığım oldukça uzun yıllar öncesine dayanır. Bana kalsa o yaşlarda pek tanışma niyetim olmazdı.Ama son derece entelektüel bir abimiz vardı. Aynı binada oturuyorduk. Benim ve çok yakın arkadaşımın ise o yaşlarda bir abi merakıdır gidiyordu. Mahallemizdeki bizden yaşça büyük ve yakışıklı bütün ağabeyleri çok seviyorduk. Enis abi de bunlardan biriydi. Ona olan sevgimizin farkındaydı. Ve bir gün sanırım bu safça sevgimize karşılık vermek için elinde biletlerle karşımıza çıktı. Devlet Opera ve Balesinde bir klasik müzik programı için bilet almış. İlk duyduğumuzda inanılmaz sevindik. O gün için sıkı bir hazırlık içine bile girdik. Fakat program istediğimiz gibi sonuçlanmadı. Müziğin başlamasıyla gülme krizine girmemiz bir oldu. Gece boyu ota b…a gülmeye başladık. Tabi bu durum Enis abi de büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Gece biterken de ağzımızın payını verdi. O günden sonra da klasik müziği hayatımdan çıkardım; ta ki üniversiteye gidene kadar. Üniversitede Estetik Dersinin ödevi nedeniyle klasik müzikle yollarımız yeniden kesişti. Ödevim için bir klasik müzik programını izleyip bunu eleştirmem gerekiyordu. Bu ödevimi ilk duyduğumda yıllar önceki ilk deneyimim aklıma geldi. Üstelik bu konuda çok da bilgi sahibi olduğum söylenemezdi. Yani bu konuda eleştiri yapmak için yanlış kişiydim. Ama ödevdi; mecburdum kaçamazdım. Üstelik bu dersin hocasını da çok seviyordum. Ona mahcup düşemezdim. Bende önce bu konuda bilgi edinme çalışmalarına başladım. Gerekli araştırmalarımı yaptım. Sonra da gideceğim programa karar verdim. Tesadüfen Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası(BİFO)’nın bir konserine bilet bulabildim. BİFO’nun programına oldukça önyargılı gittim. Çok sıkılacağımı, sıkılırken nasıl dinleyip eleştri yapacağımı düşündüm durdum. Ama hiç de düşündüğüm gibi olmadı. O gece klasik müzikten çok keyif aldım. Orkestrayı büyük bir keyifle dinledim. Her birine ayrı ayrı dikkat ettim. Gösteride yer alan tüm müzik aletlerine aşık oldum. Her bölümde her birine ben mutlaka bu aleti çalmalıyım dedim. Gecenin sonunda eve geldiğimde ertesi günü bile bekleyemeden BİFO hakkındaki yazımı yazdım. Sabah gökyüzü aydınlanmaya başladığında ben ödevimi bitirmiştim. Sonuç beklediğimin çok üstündeydi. Ödevimden tam puan almıştım. İşte o gün ısındığım BİFO benim için Cem Yılmaz’la tavan yaptı. O programı canlı izleyemedim ama internetten izlemek bile çok keyifliydi. Seçilen müzikler ve seçilen orkestra şefiyle BİFO amacına ulaştı: Ben hayatta klasik müzik dinlemem diyene bile kendini dinletmeyi başardı.

Şimdiyse yeni bir girişimle Borusan Klasik yeniden gündemde. Birçok insanın maddi imkansızlıklar nedeniyle dinleme şansı olmaması nedeni ile, herkese ulaşabilmek amacıyla radyo yayınına başladılar. Yayın hayatına da, 17 Ocak Perşembe akşamı BİFO'nun efsanevi piyano ikilisi Katia ve Marielle Labèque ile verdiği "Kentin Karmaşasında İki Piyano" konseriyle başladılar. Bu alanda bir ilki gerçekleştiren radyo, sadece internet üzerinden yayın yapacak olmasıyla da bir farklılık yarattı. Spectrum’a ait www.karnaval.com adresinden dinlenilebilecek olan radyoda klasik müzik yayınlarının yanı sıra eserler hakkında bilgiler de dinleyiciyle paylaşılacak. Bununla birlikte her akşam 20 –22 saatleri arasında klasik müzik konserleri dinlenilebilecek. Ayrıca TRT 3 Radyo’daki yayınlarıyla tanınan GayeÇağlayan ve Füsun Özgüç de Borusan Klasik’in programcıları arasında yer alıyorlar. Gaye Çağlayan 8 - 12 saatleri arasında ‘Müzik Mutfağı’, Füsün Özgüç de ‘Kuğunun Şarkısı’ isimli programlarıyla 14 – 16 arasında dinleyicileriyle buluşacak. Eee ne diyelim bize de dinlemek düşer artık. Hem yazarken ya da çalışırken diğer müzikler gibi kafa karıştırmak yerine zihin açıyor, insan yazarken kelimeler kaleminden dökülüveriyor. Benden söylemesi bir deneyin. Bir kere dinlemekten hiçbir şey kaybetmezsiniz.

Ocak 17, 2013

Gökhan Semiz ( 12/01/1969 - 17/01/1998 )


Sen aramızdan ayrılalı bugün 14 yıl olmuş. Tam bir balık hafızalı olmama rağmen o günü çok iyi hatırlıyorum. İlk defa bir ünlüye bu kadar üzülüyordum. Nedenine de bir türlü anlam veremiyordum. Belki de benim için o zamanlarda ekrandaki en sıcak, en içten, en eğlenceli yüz olduğun için. Belki deli sözlerinde bir fark yarattığın için, belki gülen gözlerin için. Belki de ölmeden kısa bir süre önce “Hele bir de sen yoksun ya İstanbul’da” diye bir şarkı yaptığın için. Her şarkı sözünle yüzümde bir tebessüm bırakabildiğin için. Hadi be Abi be gebertelim şu parçayı diye başladığın için…
Beni bir yerlerde duyuyorsan şu hayatta en sağlam hayranın bendim sanırım. Neden bilmiyorum ama seni çok farklı sevdim ben…
O dönem için nasıl da farklı bir tarzdı Grup Vitamin. Bir pop patlamasıdır gidiyordu o zamanlarda. Ama Vitamin tamamen bu furyadan farklı bir statüde yer alıyordu. Hem sözleriyle çok eğlendiriyor; hem de sağlam bir altyapı ile karşımızda duruyorlardı. Bir keresinde Emrah ya da Selçuk anlatmıştı (Grubun diğer üyeleri) her şeyin nasıl başladığını: Sen konservatuarın kantininde oturup, gitarını da eline alıp kinayeli kinayeli besteler yapıyormuşsun. Herkes de etrafında pervane. Okulda baya popüler olmuşsun. İşte onlarla da bu popülerlik döneminde başlamışsınız bir şeyler yapmaya. Elbirliğiyle hala beni eğlendirebilen, dinleyince mutlu eden Turkish Kovboylar, İsmail, Takmayacaksın, Al aşkını Sok Gözüne Gözüne gibi bir sürü güzel şarkı yapmışsınız.
Başkalarını bilmem ama benim için asla yerin doldurulamadı. Çünkü her şeyden önce Sen çocuk yaşlarımızda; ben ve akranlarım için bir kimliktin, bir stil, bir duruş.. Hem kendine has görünümünle hem de sözlerinle bizim için yeni bir fikir oldun, bizlere farklı bir bakış açısı sundun. Bunun için gidişin çok erken oldu, bunun için hala unutamadık seni ve unutamayacağızda.. Arkanda kalıcılığını, seni hep hatırlatacak eserleri bıraktığın için sonsuz teşekkürler. Birgün başka bir evrende yeniden görüşebilmek ümidiyle Çocukluk KAHRAMANIM….

Ocak 16, 2013

Yine yeniden POP-ART Patlaması



Geçenlerde evimdeki koltuklarımın minderlerinden çok sıkıldığımı fark ettim. Aslında komple odadan sıkılmıştım ama tamamını değiştirmek beni çok sarsacağı için sadece minderleri değiştirmenin de yeterli olacağına, küçük bir değişikliğin aşinalığı ortadan kaldırarak beni rahatlatacağına karar verdim. Bu kararı verdikten sonra başladım nette gezinmeye. Sonra internet kesmedi beni. Kendimi kumaş dükkanlarında buluverdim. Bu gezintim sırasında da aslında birkaç yıldır olan ama benim yeni dikkatimi çeken bir şeyi fark ettim: Pop-art yeniden patlamış. Kumaşlarda pop-art figürleri: Marilyn Monro’lar, Elvis Presley’ler. Aslına bakarsanız bu patlamayı bir sanat tarihçi olarak çok da doğru buldum. Sonuçta günümüz tam bir tüketim toplumu değil mi??  EEEE pop art neydi, nasıl ortaya çıkmıştı??
II. Dünya savaşından sonra meydana gelen köklü değişimlerin bir getirisiydi. Tüketimi çekici hale getirmek için renkli afişler, hatta resimli dergi ve romanlar kullanılmaya başlandı. Pop Art Sanatı da tüketime yardımcı bir araç olarak doğdu ve gelişti. 1950'lerin sonunda İngiltere'de ortaya çıktı, daha sonra Avrupa'da ve özellikle Amerika'da yayıldı. Tam da Amerika’ya göre bir sanat akımıydı ne de olsa. Sonuçta Pop-Art tüketim toplumunun sanatıydı ve ele aldığı nesneleri üst değerler düzeyinde halka tanıtmaya çalışıyordu. Bu yönüyle de en çok patlamayı yaratacağı ülke tabiyki de Amerikaydı. Birçok sanat tarihçi bu akımın başlangıcı olarak Richard Hamilton’un 1956 yılında sergilediği "Günümüz Evlerini Bu Denli Farklı, Çekici Kılan Tam Olarak Nedir?" adlı eserini kabul etti. Bana göre de içinde bir ironi barındıran bu eser ile Pop-Art başlamıştı. Resimde evin içinde abartı kaslarıyla ve elinde halter biçimdeki lolipopuyla bir erkek karikatürize edilmekteydi. Elinde tuttuğu lolipopun üzerinde ise bu akıma adını verecek kelime yazıyordu: POP.  Aynı şekilde odada vücudunu cesurca sergileyen pin-up modeli bir bayan yer almaktaydı. Sanatçı bu eserini magazin dergilerinden kesilmiş resimlerle kolaj haline getirerek oluşturmuş; yarattığı bu eserle de artık Pop-Art’ın babası olarak tanımlanmıştır. Ama kendisi ölümüne kadar bu ünvanı reddetmiştir. Çünkü Hamilton diğer Pop-Art sanatçılarından farklı olarak bu kültüre çok daha alaycı ve politik bir şekilde yaklaşmıştır. Hamilton ne kadar reddetse de Pop-Art denildiğinde benim de gözümde ilk canlanan "Günümüz Evlerini Bu Denli Farklı, Çekici Kılan Tam Olarak Nedir?" eseridir. Andy Warhol ya da Roy Lichtenstein’in de hakkını yiyemem ama Pop-Art ta benim sıralamamda ilk sırada Hamilton ve bu eseri yer alıyor. Birçokları ise bu akımdan pek de hoşlanmıyorlar. Pek çok eleştirmende Pop-Art’ın sanat akımı olduğunu reddediyor. Ama ben bu reddedişe katılmıyorum. Bunun nedenini de Roy Lichtenstein’ ın sözleriyle açıklamak istiyorum : “Şehirde bir ağacın önüne oturamam, çünkü şehirlerde hiç ağaç yok. Ve bir ağacı düşündüğümde, ağacın medya tarafından yapılan taklididir aslında aklıma gelen. Ben nesnenin kendisinden çok, taklidini algılarım.”
Pop-Art ucu açık bir derya aslında benim için. Şimdi burada Warhol’a, Lichtenstein’e, Oldenburg’a ve akımın diğer sanatçılarına değinecek olursam sayfalarca yazabilirim. Ama şimdilik Hamilton’la yetinmenin yeterli olacağını düşünüyorum. Bunun için gelelim günümüze ve bu konuya nerden geldiğimize. Başta da söylediğim gibi şu an bu akım biz de yeniden patlamış. Perdelerde, koltuklarda, çantalarda neredeyse her yerde karşımıza çıkar oldu. Çünkü artık biz de sağlam bir tüketim toplumuyuz. Artık her birimiz diyemem belki ama; genelimiz markaların kölesi durumundayız. Gezi anlayışımız, sosyalleşme anlayışımız alışveriş merkezleri oldu çıktı. Küçük dükkanlar yetmiyor bize. Daha çok yemek, daha çok almak, daha çok giymek istiyoruz. Reklamların, büyük markaların, marketlerin, gereksiz bir sürü yiyeceklerin esiri oluyoruz. Sonuçta tüketim bize çok yakışıyor. EEeee şimdi tüketim üstümüze bu kadar oturmuşken;  bunu anlatan, karikatürize eden,aslında bize bizi gösteren bir sanat akımının şu zamanlarda ülkemizde bu kadar patlaması, kumaşlarımızda, mobilyalarımızda, perdelerimizde karşımıza çıkması çok normal değil mi???

Ocak 14, 2013

Umut Işığım


 

Bir hafta sonunu yiyip bitirmiş pazartesi sendromu anlarına gelmiş durumdayım. Şimdilik yapmam gereken güzel geçirdiğim hafta sonunu hatırlamak ve önümdeki maçlara bakmak. Geçen hafta işyerinde çok üşümem nedeniyle hafta sonuna az biraz rahatsız başladım ama biraz uyku bu minik rahatsızlığın üstesinden geldi. Önce ev işine verdim kendimi. Arada bir böyle gazlara gelirim. Sonrası için planım tabiyki sinemaydı. Oldum olası sinemalarda gece seanslarına bayılırım. Gün cumartesiydi. Mutlaka değerlendirilmeliydi. Bizde eşimle seçimimizi Gece:12 Kentpark Sineması Umut Işığım filminden yana kullandık. Aslında önce kitabını okuyacaktım. Ama şu aralar elimde okunmayı bekleyen 4 kitap var. Ona bir türlü sıra gelmedi. Film geçen hafta gösterime girdi. Ben de belki elimdeki kitabı bitirir bu filmin kitabına geçer öyle filmine giderim diye bir hafta bekledim ama olmadı. Dayanamadım ne olur ne olmaz vizyondan kalkmadan şu filmi sinemada izleyeyim dedim. Bu da benim için bir ilk oldu. Önce filmini izledim. Sonra kitabını okuyacağım. Bakalım her zamankinden farklı olan bu sıralama nasıl olacak??

Neyse gelelim filme. Filmde İki sıra dışı insanın (biraz çatlak, biraz deli) hikayesi çok güzel kurgulanmıştı. Belki de eşimle Kendimizi bulduk filmde ondan beni çok sardı kimbilir. Biz de pek normal bir çift sayılmayız ne de olsa.... Son zamanlarda Bradley Cooper sürekli karşıma çıkar oldu. Her bir filmde farklı bir tarzda izledim kendisini. Her birini de ayrı ayrı çok beğendim. O çakır gözlere her rol yakışıyor ne de olsa. Filmin bir diğer oyuncusu Robert De Niro da her zamanki gibi mükemmeldi. Baba oğul ilişkisi kırdı geçirdi beni. Ben biraz fazla sesli gülenlerdenim. Sinemada da iyice mimlendim. Tüm kötü bakışları üzerime çektim. Gelelim benim için bu filmin asıl yıldızına: yani Jennifer Lawrence’a.. Duydum ki bu film için pek çok ünlü oyuncuyu elemişte geçmiş. Sonuç: Kesinlikle deymiş. Seçim iyki Lawrence yönünde kullanılmış. Tarzı, görüntüsü karaktere cuk oturmuş. (Ben zaten bir parça kendime benzettiğim herkesi çok beğenirim) Şimdi o dans sahnelerinde kıvırdığı poponun da hakkını yememek lazım. Ne diyebilirim ki; hayranlıkla izledim. Daha çok kıskanmış da olabilirim bilmiyorum. Tam olarak ne hissettim emin değilim ama hatunun oyunculuğuna bayıldım.J O kesin. Onun için, bir de 8 dalda Oscar adayı olduğu için tarafımdan şiddetle tavsiye edilir. Oturmayın evde; gidin mutlaka sinemada izleyin derim ben. Hem ne demiş bir büyüğümüz: Hayat Sokaklarda

 (Bilmeyenler için Bir Okan BAYÜLGEN lafıdır J)



   Hayat: sen plan yaparken başına gelenlerdir...

Ocak 09, 2013

BİR GÜN


Ve bir kitap daha biter. Büyük birşehirde oturuyorsan işe gitmek için uzun mesafe kat etmek okumak için inanılmaz bir fırsat. Benim de günde üç araç değiştirdiğim düşünülürse (araba, metro, otobüs) ben bu fırsatı sadece metroda yakalayabiliyorum. Gerçi ben okumak için fırsat bekleyenlerden değil; fırsat yaratanlardanım. :) Kitap okumak hayatta en vazgeçilmez gereğim. Bir de sevmişsem okuduğum kitabı (sevmişsem dedim çünkü sevmesem de garip bir psikoloji ile elimdeki kitabı bitirmek zorunda hissediyorum) bitene kadar o hayatta yaşamaya başlıyorum.

 Dün de bir kitaba daha veda ettim . Bugün de sıcağı sıcağına biraz ondan bahsetmek istedim. " BİR GÜN.." Zoraki bir ortamda mecburen elime geçmiş bir kitaptı. Kapağı ve şöyle bir karıştırdığım ilk sayfaları pek ilgimi çekmese de sıkıntıdan okumaya başladım. Biraz ilerleyince elimden bırakamadığımı fark ettim. Yine kendime benzeyen bir karakter buldum. Tabiiki şimdi kitabı buradan anlatmak olmaz. Sadece yazarın her yılın aynı gününü anlatması güzel bir fikirdi diyebilirim. Kitabın her bölümü 22 yıl boyunca devam eden bir günü anlatıyor. Ama sen o bir günde bütün seneyi algılayabiliyorsun. Konusu da sona doğru bir o kadar etkiliyor insanı. Ama verdiği mesajda bilindik bir mesajdı.: GEÇ KALMA ! HAYATI ERTELEME ! SEVİYORSAN SARIL ! HESAPLAR KİTAPLAR YAPIP ÇOK KAFA YORMA!!

Bu mesajı her aldığımda ben de herkes gibi söz veririm: "Artık ertelemek yok, ölmeyeceğim mi, yaşayacağım en fazla bir ömür diye…" İçimden Kişisel Gelişim Uzmanı çıkar biranda. Aklıma bir dolu güzel söz gelir: yaşamak güzel, kuşlar güzel… Fakat  tam da bu anlarda pat diye bir şey olur, en olmayacak şey başına gelir, işyerinde bir hata yaparsın mesela, o hata seni sabaha kadar uyutmaz, gerim gerim gerinirsin. Ya da bir komşundur canını sıkan, bazen de en yakının üzer seni. Sen de yenik düşersin canını sıkan olaylara.. İçindeki  Polyanacı felsefe yavaş yavaş yok olmaya başlar. Ne yaparsan yap olmuyor bazen diye söylenip en başa dönersin.. Kitabın ana fikri de bir balon misali patlayıverir o anda, içindeki Kişisel Gelişim Uzmanı da bomba patladı sanıp ölüverir… :((




 

Ocak 08, 2013

İşimiz halden anlamak


Bugünler de bu slogan dikkatinizi çekti mi bilmem. Hayatta o kadar çok şey olurken gündem sürekli değişirken, ülkeler savaşırken, zamlar yeterli bulunmazken, öğretmenler atanamıyoruz diye her gün eylem yaparken, Cem Yılmazın oğlu Kemal bebeğin ilk görüntüsü çıkmışken, Beren Saat ve Tuba Büyüküstün ekrana yeniden dönmüşken, haberlerde sürekli kara kış kapıda bugün yarın kar hayatı felç edecek söylemleri yayınlanırken, benim en çok ilgimi çeken olay gündemin tamamen gerisinde kalmış olan Vakıfbankın ‘’ işimiz halden anlamak’’ sloganıyla yapmış olduğu reklam: Şamil Şener ve hayatımda hiç duymadığım kadar içten bir inşallahhh diyen kızı. Küçük kız, sen her ekrana çıktığında yarım dakika bile konuşmuyorsun, ama öyle yürekten öyle içten ifade ediyorsun ki duygularını,  ettiğin iki üç kelime benim beynimde dopdolu içeriği olan kalın bir romana dönüşüyor. Sen her ekrana çıktığında ben de seninle birlikte dua ediyorum. Ben de inşallahhhh doktor olursun diyorum. Senin gibi içten derin bir söylemle ediyorum duamı ki kabul olsun Ama seni kıskanmıyor da değilim. Senin ve kardeşlerin için okul yaptıran bir baba... Elindekileri satan ne var ne yoksa sizin için, cahil kalmamanız için harcayan bir baba… Öyle bir baba ki beynimizde ve kalbimizde tam bir ters köşe yapıyor. Bunca yıl haberlerde izlediğimiz doğudakilerden çok farklı bir baba. Biz haberlerde oralarda ya töre cinayetleri işleten babaları ya da çocuk yaşta kızlarını evlendirip başlık paralarını alanlarını gördük. Bize böyle güzel babalarında olduğunu pek yansıtmadılar. Her seferinde doğu ile batı arasında büyük bir uçurum var diye gözümüze gözümüze soktular. Batıdakiler daha doğrusu batıdaki zenginler "in " doğudaki fakirler de "out" oldu çok zaman. Aynı ülkede sınırlar ötesi bir farklılık yaratmak. Ama nasıl bu farklılık olmasın ki buralarda bir çantaya verilen para ile orada koca bir aile değil kocaman birkaç aile geçinmek zorunda. Orada okul istiyorsan böyle kocaman yürekli bir baban olmalı ki varını yoğunu satsın sana okul yapsın üstelik zorunlu eğitim varken. Eğitim zorunlu ama okul yok okul olsa da atanan öğretmen yok.

Bu kadar büyük dengesizlikler içinde okumak, sonra iş bulmak, sonra o işte devamlılık sağlamak, sonra hayat kurmak o kadar zor ki.. çünkü "İŞİMİZ HİÇ BİR ZAMAN HALDEN ANLAMAK" olmadı. Çünkü biz hep kendimizi düşünen olduk. Etrafımızı görmezden gelerek en kolay yolu seçtik. Böyle olunca da dengesizlikler çığır açtı. Bugün bölüm başı milyarlar alan oyuncuların çok uzun saatler çalışıyoruz diye yakınmaları daha acıklı bizim için. Çünkü biz hep bize dayatılana üzülürüz. Bizim ülkemizde Milyonlarca insan ya depremden ya iç savaştan ya açlıktan ya trafik magandasından ölür ama biz dizide ölen bir karakter için ağlarız sızlarız daha da ileri gidip cenaze namazını kıldırırız.

Biraz fazla garibiz değil mi?? Ya da fazla bencil?? Ya da fazla kör??
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...