Mart 25, 2013

BİZİ RAHAT BIRAKIN...


 Benim için farklı geçen bir haftasonunu geride bıraktım. Bu farklılıklardan biri hayatımı da farklı bir yöne kaydıran bir adım oldu. Buna belki daha sonra değinirim ama aslında ben bugün başka bir hikayeyi anlatmak istiyorum. Hikayemin adı : "Bizi Rahat Bırakın"adlı fotoğraf sergisi. Cumartesi günü ilk duyduğum günden beri merak ettiğim bu serginin açılışı vardı. Bende bu fırsatı kaçırmadım. Nedir bu sergi? Konusu nedir? diye soracak olursanız;

Sergi, Irak savaşında aldığı yaralardan dolayı hayatı bir daha eskisi gibi olamayan savaş kurbanlarının portre fotoğraflarından oluşuyor. Fotoğraf sanatçısı Niko Guido’nun gerçekleştirdiği bu projede Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü’nün girişimiyle Ürdün’ün başkenti Amman’da bir hastanede, Irak Savaşı sırasında ve sonrasında patlayan bombalardan yaralanıp plastik cerrahi ameliyatları geçirmiş Iraklıların portre fotoğrafları çekilmiş. Sergilenecek fotoğraf sayısı, yeni bir umut ve yeni bir gün manasını taşıması açısından 24 olarak belirlenmiş. Savaşın, sivillerin hayatını nasıl etkilediğini göstererek, "Savaşa hayır, barışa evet" demeyi amaçlayan Guido, portre fotoğraflarını çektiği 24 kişiden, kendilerini anlattıkları 5 dakikalık ses kayıtları da almış. 

Irak işgalinin 10. yılını doldurması nedeniyle birçok kentte aynı anda açılan sergi, Ankara’da Çankaya Belediyesi ve Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği’nin işbirliğiyle Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde sergileniyor. Açılış cumartesi günü olmuş olsa da birçok milletten yüzlerce gönüllünün çalışmalarıyla gerçekleştirilen, dünyanın en büyük fotoğraf sergisi özelliğini taşıyan bu sergi 27 Mart tarihine kadar devam edecek.

Ama ben henüz devam eden bu sergi için mutlaka gidin izleyin diyemiyorum. Çünkü hikayesi böyle iç acıtıcı olunca sergiyi izlemekte bir o kadar zor oldu benim için. Sanatla acı buluşmuştu. Ve ikisi bir arada olunca sanatın da insanın canını fazlasıyla acıtabileceğini gördüm. Fotoğraflara bakmakta çok zorlansam da, sergide yer alan her bireyin hikayesini ayrı ayrı okudum. Her bir fotoğraf kahramanının anlattıklarından; umutlarını yitirmiş olduklarını, hayata artık olumsuz baktıklarını gördüm. Filler savaşırken çimenlerin nasıl da acımasızca ezildiğini gözler önüne çok net bir şekilde seren etkileyici fakat duru bir sergiydi.Duruluğuyla çarpan bu sergiyi, Suriye’de savaşın çıkması için çaba sarf edenlerin, savaşın çirkin yüzünü görmek istemeyenlerin mutlaka izlemesi gerektiğini düşündüm. 

Son olarak söyleyebileceklerim ise; içinde bulunduğumuz bu dünya hiç savaş yaşamasın, tüm insanlığa ve tüm devletlere barışın aydınlık çağrısı ulaşsın…


Mart 12, 2013

TÜM ÇOCUKLAR ÖZELDİR

 
Yağmurun yağsam mı yoksa yağmasam mı diye uzun saatler düşünüp bu kararsızlık zamanlarında bulutlarını Ankara’nın üstüne indirdiğinde; benim ruhumda bulutlanır. Bu bulutlanmanın yerini güneşe bırakması için en kestirme çözümüm ise, elime kahvemi alıp seçtiğim filmi bir başıma izlemektir. Bugün de o günlerden biriydi. Ben ise seçimimi bir Bollywood filmi olan  "Yerdeki Yıldızlar /Tüm Çocuklar Özeldir" den yana kullandım. 2 saat 40 dakika süren film bittiğinde, hem epey süre etkisinden çıkamadım hem de kendime çok kızdım:  Neden bu kadar geç kalmışım bu filmi izlemek için diye.. Nasıl gözden kaçırmışım bunca zaman. Oysa en etkilendiğim tarzlardan biridir küçük bir çocuğun dünyasından, onun gözünden verilen hikayeler. Konu da bizim ülkemizde de görülen, yabancı olmadığımız bir konu olunca etkisinden uzun süre çıkamamak çok normal bir süreçtir benim için.

“Yerdeki Yıldızlar”, eğitim sorunlarının ele alındığı bir film. Aamir Khan’ın yönettiği ve oynadığı filmin başkahramanı Ishaan Awasthi ( Darsheel Safary), disleksi (öğrenme bozukluğu). sorunu olan bir çocuktur. Harfleri ve kelimeleri kavramakta zorluk çeken küçük bir çocuğun; öğretmenleri, ailesi, arkadaşları tarafından anlaşılmamasının verdiği acıyla gittikçe içine kapanmasının iç burkan kareleriyle başlar film. 3. sınıfta olmasına rağmen okuma ve yazmayı hala bilmeyen zeki bir çocuktur Ishaan. Evet, okuma-yazma bilmeyen zeki bir çocuk. Öğretmenleri ezberci metotlarıyla Ishaan'a verdikleri eğitimden kısa sürede bir sonuç alamayınca onu dışlar ve çocuğun beceriksiz, tembel ve haylaz bir çocuk olduğu kanısına varırlar. Ishaan'ın abisi derslerinde çok başarılı bir çocuktur. Babası Ishaan'a sürekli abisini göstererek onun gibi olması gerektiği yönünde telkinlerde bulunur. Ama bir süre sonra bu telkinlerle yetinmez ve Ishaan’ı yatılı bir okula gönderme kararı alır. Yatılı okul sonrası hayat gittikçe anlamsızlaşır onun için. Kendini herkesten soyutlar ve gittikçe içine kapanır. Fonda çalan müziğin sözleri de Ishaan’ın acısına tercüman olur:

“Boş kaldı gözlerim gözyaşlarım bile terk etti beni sessizlik doldurdu kalbimi hissetmiyorum artık ne acı, ne his… Terk etti beni bütün duygular sanki boşluktayım; sen her şeyi hissederdin anne, değil mi anne?”


 Film duygu dolu bu sahnelerinin ardından, okula yeni gelen resim öğretmeni Nikumbh (Aamir Khan) ile umut dolu bir yöne doğru ilerler. Çünkü bu öğretmen sayesinde Ishaan’ın hayatı değişir. Nikumbh, onu her haliyle anlayabilen ilk öğretmeni olacaktır. Ishaan’ı okulda, hocalarının gözünde ve ailesinin nezdinde beklenmeyen bir yere getirmeyi başararak bize de hoş bir final yaşatacaktır: Hoş ve etkisinden epey bir süre çıkılamayacak bir final. Herkesin kendini, hayatını, çocukluğunu, ilkokul çağlarını sorguladığı bir final… 

Ne de olsa sosyal bir varlık olan insan; yaşadığı, büyüdüğü ve tercih ettiği çevrenin etkisiyle bir kimlik kazanır. Bu doğrultuda hayatına devam eder. Birey kendine has karakterini, öncelikle ailesinden sonrasında ise çevresel unsurlardan edindiği özelliklerle şekillendirmeye başlar. Bu çevresel unsurlardan biri de okullar, okullarda alınan eğitimdir. Günümüzdeki eğitim kurumları ise, rekabete dayalı, ezbere dayanan bir müfredatla çocuklarımızı, zihinlerinde hayat boyu taşıyacakları izlerle yaşamaya mecbur bırakmaktadırlar. Okuma ve yazmayı geç kavrayabilen bir çocuk görüldüğünde "tembel" diye adlandırılır. Tersine öğretmenlerin "tembel" veya "çalışkan" diye adlandırıldığı görülmez. 

İşte bu ve bunun gibi yapılacak pek çok değerlendirme ve özeleştiri için, küçücük bir çocuğun mükemmel bir şekilde canlandırdığı karakter için ve de sıcacık bir film olduğu için tüm ailelere ve tüm sinemaseverlere tarafımdan şiddetle tavsiye edilir. 

Mart 08, 2013

8 MART : BUGÜN BAŞROL KADINLARIN



Geçenlerde sinemada izlemeye doyamadığım Cem Yılmaz’ın son gösterisini  bir de evde izledim.  Acaba sıkar mı derken ikinci kez izlediğimde  daha fazla güldüm. Oldukça eleştirilmesine rağmen bana göre içinde gerçek hayattan kısa hikayeler içeren bu proje çok da eğlenceli olmuş. Neredeyse üç saat süren Stand-Up gösterisinde Cem Yılmaz’ın ne kadar da iyi bir gözlemci olduğunu düşünüyor insan. Her şeyi çözmüş: Kadınları, erkekleri, gençleri, ergenleri, garsonları, tuvalet bekçilerini ve daha birçoklarını. Herkes, evet evet aynen böyle diyor; anlatılan pek çok esprinin ardından. Özellikle kadın erkek ilişkilerinde herkesin kendinden bir şeyler bulduğu kesin.  Her iki cins için de tespitleri çok yerinde ve çok doğru. Ama bir bayan olarak benim en çok hoşuma giden "Erkeğin bir üst modelidir Kadın" tespiti oldu. Ve benim gibi pek çok bayanın da bu tespitten çok gurur duyduğunu düşündüm.
İşin esprisi bir yana kadın-erkek ayrımının, kadınlar şöyle erkekler böyle tespitlerinin bazen çok abartıldığını düşünürüm. Sonuçta her iki cinste bu dünyada tek olmak istemezdi. Dünya müthiş bir ahenk ve uyum içinde, kadın ve erkek de bu düzenin önemli tamamlayıcıları. Dünyada kötü olan erkeklik ya da kadınlık değil; kötü olan şahıslar. Bazılarının yaptıklarını duyunca insan, gerçekten inanamıyor çok zaman. Bu kadar da olmaz diyor. İnsan nasıl kötü olabilir. Bu yaradılışımıza aykırı. Ama oluyor işte. Kardeşler bile birbirinden çok farklı olurken, insanların başka başka olması çok da normal bir durum haliyle.  Ama bu kötü kişilere, eşlerine-çocuklarına kötü davrananlara karşı olmak, bir şahıs tarafından sıkıntı yaşayanların yanında olmak bizim elimizde. Boşa dememişler atalarımız "Bir elin nesi var; iki elin sesi var" diye. Aman benim sıkıntım değil ne de olsa diye kafa çevirmek, aldırış etmemek, zorda olanın yanında olmamak yapılan en büyük kötülük. Bugün komşunun başına gelenin yarın senin başına gelmeyeceğinin hiçbir garantisi yok şu hayatta. Bunun için birlik-beraberlik, bir toplumun ayakta kalması için en büyük gerek bence. Dışarda dağılmamızı, yok olmamızı isteyenlere inat herkesi sevmek, iyi düşünmek, beraberliğe önem vermek bizim elimizde… 
Özel günleri pek de anlamlı bulmam, çoğunun bir rant olduğunu düşünürüm. Aslında birçoğu tüketimi canlandırmak için yapılmış bir tuzaktır bana göre. Ama 8 Mart’ı bu günlerden ayrı tutarım. Çünkü o gerçekten özel bir gündür. Yukarıda anlatmaya çalıştığım birlik beraberliğin –sonu acı bitse de- önemli bir örneğidir. Hikayesi oldukça etkileyicidir:
8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi, daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başlar. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda, çoğu kadın 129 işçi can vermiştir. İşçilerin cenaze törenine 10.000'i aşkın kişi katılmıştır. Bu olay sonucunda 26 - 27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka'nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonal’e Bağlı Kadınlar toplantısında (Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı) Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart'ın "Internationaler Frauentag" (International Women's Day - Dünya Kadınlar Günü) olarak anılması önerisini getirir ve öneri oy birliğiyle kabul edilir. 8 Mart 1975'te de Birleşmiş Milletler tarafından DÜNYA KADINLAR GÜNÜ resmi olarak kabul edilir.

İşte 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak kabul edilmesinin özünde böylesine etkileyici, iç acıtan bir olay vardır. Bir grev bir daha geri dönüşü olmayan yaralar açmıştır. 129 canın bu dünyadan zorunlu göç etmesine sebep olmuştur. Bunun için bugünün resmileşmesi, bu olayın unutulmasının engellenmesi benim için çok kıymetlidir…
Herkesin haklarının kıymetli olması, emekçi kadınlarımızın, annelerimizin, ablalarımızın, kardeşlerimizin daha huzurlu, daha güvenli, daha mutlu bir hayat yaşaması ümidiyle tüm kadınlarımızın DÜNYA KADINLAR GÜNÜ KUTLU OLSUN !!!

Mart 04, 2013

BİR ÖMÜR YETMEZ Kİ...


 
Usta isimlerden birini daha kaybettik bugün. Bir daha yeri doldurulamayacak farklı bir adamı… Dünden beri her yerde her an karşımıza çıkıyor Onun yokluğu. Nasıl zorluklarla hayata tutunduğu ne acılar yaşayarak bugünlere geldiği anlatılıp duruyor. Ve bugün de son yolculuğuna uğurlanıyor.

Küçük bir çocukken pek de hoşlanmazdım yaptığı müzikten. Çocukken arabesk müzikle aramda hep bir mesafe olmuştu çünkü. Gerçi hala da mesafeliyimdir ama; büyümek törpülenmektir. Önyargıları kırmak; yargılamak yerine anlamaya çalışmaktır. Ve bende herkes gibi büyüdüm, değiştim.. Benim büyüdükçe değişmem gayet normaldi. İşin enteresan yanı ben ve tüm dünya değişirken Müslüm Gürses’inde değişmesiydi. Hep bir adım ileri gitmesiydi. Yeni ufuklara seslenmesi, farklı kitleleri söylediği farklı tarzlardaki şarkılarla bir araya getirmesiydi. Müziğe başladığı ilk yıllarda toplumun belirli bir kesimine hitap eden, arabeskin en koyu şarkılarına tercüman olan Müslüm Gürses; 2006 yılında Murathan Mungan ile birlikte yaptığı "Aşk Tesadüfleri Sever" albümü ile David Bowie, Bob Dylan şarkılarını da ustalıkla seslendirerek tarzına çok uzak olan bir hayran kitlesi oluşturmayı da başardı. Başlarda entelektüel kesimin işi şakaya vurarak başlattıkları Müslüm Gürses hayranlığı, bir süre sonra yerini realiteye bıraktı. Bir zamanlar Onun müziğine burun kıvıranlar, sonrasında onun konserlerinde yer kapma savaşına girdiler.

Öyle garip bir sesi, uslübu var ki pop, arabesk ya da rock müzik ne söylerse söylesin tarzını asla değiştirmiyor. Sesini şarkılara değil de şarkıları sesine uyarlıyor. Yeniden yoğuruyor, içine kendi tarzını akıtıyor. Ve daha önce defalarca dinlediğimiz Sensiz Olmaz, Olmasa Mektubun, Olmadı Yar, Tanrı İstemezse şarkıları Onunla yeni bir kimlik kazanıyor.


İster popçu ol ister metalci, ister caz sevdalısı ol ister türkücü mutlaka herkesin, bu hayatta Müslüm Gürses ile kesişmiş bir zaman dilimi olmuştur. Benim de Onun müziğiyle kesişmem; "Neredesin Firuze" filminde söylediği "Sensiz Olmaz" şarkısıyla oldu. Şarkıyı asıl sahibi Bülent Ortaçgil’den dinlemek çok büyük bir keyiftir. Ama Müslüm Gürses’ten dinlemek te bambaşka bir tat verir insana. Şarkının klibinde Gürses, elinde sigara sahne önünde söyler parçayı. Ama öyle bir tüttürür ki sigaranın dumanını ve öyle naif öyle içten bir tavırla söyler ki şarkıyı; iki kelimelik "Sensiz Olmaz" cümlesi benim için büyür büyür ve içine milyonlarca mana sığdırır… Yakın zamanda keşfettiğim Nilüfer şarkısının ise benim için ayrı bir yeri vardır. Belki parça ile aynı ismi taşıyor olduğumuz için belki Murathan Mungan’ın kaleminden dökülen sözleri içerdiği için belki de içime işleyen bir müziği olduğu için son zamanlarımda en değer verdiğim şarkılar arasında yerini almıştır… 

Son olarak; Evet Müslüm Baba sen gittin ama merak etme bu hayatta herkesin seni hatırlamak ve anmak için mutlaka bir sebebi olacaktır. Şarkıların kolay kolay unutulmayacaktır. Ölümden sonra iz bırakmaksa amaç; bunun en açık örnekleri arasında olacağın kesindir. 

MEKANIN CENNET OLSUN !!! 

 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...