Eylül 12, 2013

MUTLULUĞA BOYA BENİ




Büyümeyen ruhumdan mıdır bilmem ama animasyonlara oldum olası büyük bir sempati duyarım. Çoğu zaman eğlenceli bulsam da arada hüzünlendiren düşündüren animasyonlar da çıkar karşıma. Hal böyle olunca bende izlediğim animasyonun etkisinden çıkamam. “Mutluluğa Boya Beni” de izledikten sonra etkisinden çıkamadığım animasyonlardan. Onun için bu sıcacık filmden biraz bahsetmek istedim.

Orijinal adı Le Tableu olan Fransız filmi Türkçeye  “Mutluluğa Boya Beni” olarak çevrilmiş ve bence yaptığımız en güzel film ismi çevirilerinden olmuş.

Filmin konusu bitmemiş bir tablonun içinde geçiyor.  Çiçeklerle dolu bir bahçe ve arkada görünen bir şato karşılıyor bizi ilk önce. Ressamın tamamıyla boyayıp bitirdiği Toupin’ler,  bu durumun kibrine kapılarak tablonun yönetimini ele geçirmiş ve şatoya sahip olmuşlar. Ressam tarafından tamamen çizildikleri için kaderlerinin yönetmek olduğunu düşünüyorlar. Eğleniyor ve rahat bir yaşam sürüyorlar. Tabloda Toupin’ler dışında boyaları tamamlanmamış Pafini’ler ve eskiz halinde kalmış Reuf’lar yer alıyor. Kendilerini lider olarak kabul eden Toupin’ler, Pafini’lere ikinci sınıf muamelesi yapıyorlar, Reuf’ları da köleleştirmiş durumdalar. Pafini’ler neden yarım bırakıldıklarını anlamadıkları için ressama karşı öfkeliler. Yani aslında filmde çok da tanıdık olduğumuz bir dünya ile karşılaşıyoruz.

Filmde bir de aşk var. Yüzyıllardır her eserde işlenen, imkansız olan aşk. Toupin’lerden tamamlanmış yakışıklı Ramo ve yarım kalanlardan Claire arasında. Farklılıklar onlar için önemli değil. Ama ne Toupin’ler ne de Pafini’ler bu ilişkiyi onaylamıyor. Yalnızca yarım kalanlardan Lola, bu aşkın destekçisi.

Bu imkansız aşk nedeniyle  farklılıklarını yok edebileceğini düşünen Ramo ve yalnızca yaratıcısını görmek isteyen Claire yanlarına bir de eskizi alarak ressamı bulmak için tablolarından çıkıyorlar. Tablolarında çıkıyorlar çıkmasına ama ressam ortada görünmüyor.  Bu durum kahramanlarımızı yıldırmıyor ve yaratıcılarını ararken başka resimlerin arasına karışıyorlar. Bu sayede pek çok şey görüp pek çok şey öğreniyorlar.


Irklar için seçilmiş isimler de son derece yaratıcı:
Toupin, tout peintten türemiş; tamamen boyanmış anlamına geliyor.
Pafini, pas finiden türemiş; bitmemiş demek.
Reuf ise rough sketchten türetilmiş. Kaba çizim, eskiz demek.

Aslında dünya üzerindeki herkesin aklına şu veya bu biçimde takılan bir sorunun peşinden gidiliyor filmde. Kendimiz gibi olmayanı ötekileştirmek, üstünlüklerimizin bize sınırsız haklar tanıdığına inanmak, eksik ve farklı olanı cezalandırma hakkını kendimizde görmek… Bir de yaratıcıyı arayış, dini yaklaşımlarla sorgulayış…

 
Filmde sık sık “Beni neden böyle yarattın?” sorusunu görüyoruz.. Ve nihayetinde ressamı bulduklarında ressam bile şaşırıyor resmettiklerinin yaptıklarına. “Ben onları terk etmemiştim ki; onlara en temel gereklilikleri verdim. Bazen basit bir çizim, özenilmiş bir resimden daha güzel olabilir.”diyor ve bu cümle içinde bulunduğumuz hayatı gayet net özetliyor.

Sonuç olarak gökkuşağı eylemlerinin gündemde olduğu, farklılıklarımızın zenginlik değil de meziyet sayıldığı şu dönemlerde izlenmesi ve düşünülmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum. Mümkünse bir değil, birkaç defa izlenilmesinden yanayım. Çünkü ilk seferde anlayabilmek için fazlaca ince mesajları var.

Filmin sonbaharınıza renk katacağından eminim. İyi seyirler!







Eylül 05, 2013

AYNI YILDIZIN ALTINDA




Ve bir kitap daha biter…

Başlarken popüler kitaplar pek de beni sarmaz ama boş durmaktan iyidir yine de okuyayım bu kitabı diye başlayıp bitirdiğimde ise hayata bir dolu anlam yükleyerek, şükrederek, fazlasıyla hüzünlenerek noktaladığım bir kitap okudum.

Başlarda neden bu kadar sevildiğini anlayamamış hatta sırf hüzünlü olduğu için tutulduğunu düşünmüştüm ama kitabın ilerleyişinde bu iki çocuğun birbirlerine anlattıkları, hissettikleri beni de etkileyince nedenini anlamış oldum.

“Aynı Yıldızın Altında”, hikayenin baş kahramı Hazel Grace Lancaster'in bakış açısıyla anlatılıyor. Hazel 16 yaşında ve troid kanseri. Birkaç yıl önce kanser teşhisi konulan Hazel üç yıldır ölümü bekliyor. Ancak ölüm bir türlü kapısını tam olarak çalmıyor. Hazel, öyle her şeyden vazgeçmiş bir kanser hastası değil. Ölüme karşı biraz fazla anlayışlı davrandığını, ölmeye kesin gözle baktığını söyleyebiliriz ama her şeyden elini eteğini de çekmemiş. Bir kere ona büyük destek olan annesi için yaşamaya çalışıyor. Sırf o istedi diye gitmek istemediği Kanserli Çocuklar İçin Destek Grubu'na katılıyor.  Kitabın diğer önemli karakteri Augustus Water'la karşılaşması da bu sayede oluyor. Augustus, destek grubunun sürekli bir katılımcısı değil. Sadece arkadaşı Isaac'a destek olmak için gelmiş. Ancak birbirlerini ilk gördükleri andan itibaren Hazel ve Augustus  için değişim rüzgârları başlamış oluyor. Augustus da bir kanser hastası. Ancak sürekli kanül ve oksijen tüpü kullanmak zorunda kalan Hazel'e göre daha iyi göründüğü söylenebilir.

Hazel'in aşkı kabullenmesi öyle şap diye olmuyor. Çünkü kızcağızın en büyük korkusu öldükten sonra arkasından ağlayacak birilerini bırakmak. Ama durduramıyor da duygularını. 

Diyor ki: "O okurken uykuya dalar gibi âşık oldum: Önce yavaş yavaş, sonra bir anda."   Bu ifade biçimi de beni tam 12’den vuruyor.

Aynı Yıldızın Altında sanıldığı gibi sırf ölümü, kanseri bütün kötü olasılıkları anlatmıyor bize. Augustus ve Hazel arasındaki masum, aynı zamanda yürek parçalayıcı aşkı anlatıyor olmasına rağmen sadece çaresizliği aktarmıyor, karakterlerin mutlu anlarını da paylaşıyor. Onu okurken gülüyorsunuz, üzülüyor, sinirleniyorsunuz ve elbette ağlıyorsunuz. Ölüme sırıtabiliyor, iki insanın nasıl bu kadar uyumlu olabildiğini düşünüyorsunuz.

Sonuç olarak kitabın yazarı John Green dünyanın en acılı ve karmaşık çelişkilerini almış, dayanılabilir bir hale getirene kadar acı bir alaycılıkla yoğurmuş ve bu kitapla bizlere sunmuş. Bu nedenle de anlatılan hikaye; komik olabilmek için fazla trajik, üzücü olmak içinde fazla esprili olmuş. Yapılan bu ince ayar da kitaba bambaşka bir tat katmış.

Eylül 01, 2013

"ENGELSİZ FİLMLER" ANKARA'DA



Az gittim uz gittim sonunda ise yine kürkçü dükkanıma döndüm. Tatilimi sonbaharın ilk günüyle birlikte noktaladım. Bu da beni haliyle biraz üzdü. Hem tatilim bitti hem de sonbahar başladı. Henüz belli olmasa da Ankara gibi İç Anadolu şehirlerinde yaşayanlar artık yazın son demleri olduğunu ve yakında serin havaların boy göstereceğini çok iyi bilirler. Her mevsimin ayrı bir tadı vardır ama yaz bir bambaşkadır benim için. Onun için her sonbahar birazcık hüzünlendirir beni. Böyle anlarda neyse ki Ankara’da yaşıyorum diyebileceğim etkinlikler olur buralarda bu da bana yazın bitişini unutturuverir.

İşte bu etkinliklerden biri de tam da zamanında başlayarak imdadıma yetişiyor. Ankara Engelsiz Filmler Festivali, 65. Cannes Film Festivali Kısa Film Yarışması'nda Altın Palmiye ödülü alan Rezan Yeşilbaş'ın 'Sessiz /Be Deng' filmiyle 3 Eylül'de başlıyor. Film, Festival'deki diğer filmler gibi sesli betimleme, işaret dili ve ayrıntılı altyazı eşliğinde gösterilecek. Puruli Kültür Sanat tarafından Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın himayesinde gerçekleşen ve 03-08 Eylül 2013 tarihleri arasında düzenlenecek Ankara Engelsiz Filmler Festivali'nde son dönem Türkiye sinemasının en iyi örneklerinin Seyirci Özel Ödülü, En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo ödülleri için yarışacağı Engelsiz Yarışma, engelli seyircilere bir film festivalinde yarışma takip etmenin heyecanını yaşatacak.

Yurtiçi ve yurtdışında pek çok film festivalinden ödüllerle dönmüş filmlerin yer aldığı Engelsiz Yarışma sayesinde engelli seyirciler güncel Türkiye sinemasını takip etme fırsatı yakalayacak, yarışmada yer alan filmleri oylayarak Seyirci Özel Ödülü'nü belirleyecek, gösterimler sonrası gerçekleşecek söyleşilerle filmlerin yönetmen, oyuncu ve film ekipleriyle tanışma fırsatı bulacaklar.

Engelsiz Yarışma'daki tüm filmler sesli betimleme, işaret dili ve ayrıntılı altyazı eşliğinde gösterilecek. Görme ve işitme engeli olmayan seyirciler ise Festival stantlarından edinecekleri kulaklıklarla filmleri takip edebilecekler. Festival’de yönetmen ve film ekipleriyle yapılan söyleşiler de işaret dili çevirmeni eşliğinde gerçekleştirilecek.

Tüm etkinliklerin ve film gösterimlerinin ücretsiz olduğu Festival'e, CerModern ile Cinemaximum Armada Sinemaları ev sahipliği yapacak.

Biz Ankaralılara bu noktada düşen ise  “Aynı şehirde birlikte yaşadığımız herkesin eğitim, ulaşım vb. hizmetlerden eşit ölçüde yararlanması gereğine inandığımız gibi, kültürel olanakların da engelli bireyler gözetilerek sunulması gereğine inanıyoruz” sloganıyla yola çıkan bu festivalin tadını çıkarmak olacak.

Şimdiden İyi Seyirler...

Not : Festival programı hakkında detaylı bilgi almak için aşağıdaki link adresinden faydalanabilirsiniz.

http://www.engelsizfestival.com/tr/

Ağustos 21, 2013

ALTIN KOZA'DA YARIŞACAK FİLMLER BELLİ OLDU




Memleketim Adana’nın belki de beni en gururlandıran yanı 20. yılını tamamladığı bu festivali hala sürdürebiliyor olması. Biliyorum ki işin içinde kültür varsa sürdürebilmek oldukça zor oluyor. Tüm zorluklara rağmen yılmadan her yıl hazırlanan bu festivale sayfamda değinerek benim de küçük bir katkım olsun istedim:

Sinema dünyasının heyecanla beklediği Adana Büyükşehir Belediyesi 20. Uluslararası Altın Koza Film Festivali kapsamında yapılacak, Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda yer alacak filmler belli oldu. Yarışmaya başvuru yapan 47 eserden, 12’si jüri önüne çıkmaya hak kazandı. ‘En İyi Film’ seçilecek eser, 350.000 TL’lik ödülün sahibi olacak.

 Adana Büyükşehir Belediye Başkan Vekili Zihni Aldırmaz, bu yıl 16 – 22 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirilecek 20. Uluslararası Altın Koza Film Festivali kapsamında yer alan ‘Ulusal Uzun Metraj Film

Yarışması’na katılacak filmlerin belli olduğunu söyledi. Zihni Aldırmaz, konuyla ilgili yaptığı açıklamada; “Adana Büyükşehir Belediyesi olarak bu yıl 20. düzenlediğimiz Altın Koza Film Festivali ile uzun yıllardır Türk Sineması’na destek sağlıyoruz. Böylelikle ülkemizin ve şehrimizin kültür sanat yaşamına da katkı vermiş oluyoruz. Bunun karşılığını yarışmamıza gelen başvurularla almış oluyoruz. Yarışmamıza yoğun ilgi gösteren sinema camiasına bir kez daha teşekkür ediyor, hepsine başarılar diliyorum” şeklinde konuştu.

Altın Koza’da yarışacak eserler ise şöyle;

Çanakkale Yolun Sonu / Yönetmen: Mustafa Kemal Uzun
Daire / Yönetmen: Atıl İnaç  Eve Dönüş Sarıkamış 1915 / Yönetmen: Alphan Eşeli
Gözümün Nuru / Yönetmen: Hakkı Kurtuluş – Melik Saraçoğlu
Hadi baba Gene Yap / Yönetmen: Emre Yalgın

Hayat Boyu / Yönetmen: Aslı Özge
Jin / Yönetmen: Reha Erdem
Köksüz / Yönetmen: Deniz Akçay Katıksız
Lal / Yönetmen: Semir Aslanyürek
Soğuk / Yönetmen: Uğur Yücel
Yarım Kalan Mucize / Yönetmen: Biket İlhan
Yozgat Blues / Yönetmen: Mahmut Fazıl Coşkun

SONUÇLAR 22 EYLÜL’DE BELLİ OLACAK

En İyi Film seçilecek eserin 350.000 TL’lik ödülün sahibi olacağı yarışmanın sonuçları 22 Eylül gecesi yapılacak Kapanış Töreni’nde belli olacak.

16 Eylül’de başlayacak Adana Büyükşehir Belediyesi Altın Koza Film Festivali’nde Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nın yanı sıra, Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması ve Akdeniz Ülkeleri Kısa Film Yarışması da düzenlenecek. Özel gösterimler, söyleşiler, sergiler ve atölye çalışmaları ise yine festival haftası boyunca sanatseverleri bekleyen diğer etkinlikler olacak.

Ağustos 20, 2013

BAŞKENTTE KARANLIKTA KALANLAR



Piri Reis, Avrupa ve Afrika’nın batı kıyılarının haritasını çizmiştir. Tüm bu haritayı gezerek, görerek, keşfederek oluşturmuştur. Siz ise şimdi bir ansiklopediyi açıp Avrupa’nın batı kıyısında neler var öğrenebilirsiniz.

Peki şimdi oraları gezen gören Piri Reis mi sizden çok bilir, yoksa onun yazdığı haritadan okuyan siz mi?

Kısacası çok gezen mi bilir çok okuyan mı? Bu sorunun cevabı dönem dönem değişir kafamda. Bu dönem ise bizzat gezerken karşılaştığım bir sürpriz tarih sayesinde çok gezenin bildiği kanısındayım. Evet yıllarca Sanat Tarihi eğitimi almış ve Ankara’da yaşıyor olmama rağmen bugüne kadar duymadığım bir tarihi mekanla karılaştım geçen hafta sonu. Bayram nedeniyle ziyaret ettiğimiz köyümüzde ailece gezme kararı almamız sonucu tahminimizin çok ötesinde bir manzarayla karşılaştık Ankara’nın Güdül ilçesinde. Bizi böylesine etkileyen mekan,  Ankara İli, Güdül İlçesi, Kirmir Çayı kenarında İnönü mevkiinde bulunup Bizanslılar döneminden kaldığı tahmin edilen dağın içini oymak suretiyle yapılan İnönü Mağaraları’ydı.

Bir dağın eteğinde yer alan bu mağaralar kat kat yukarılara doğru çıkıyordu. Her birinin içine girip gezmek hem ürkütücü hem bir o kadar eğlenceli hem de olağanüstü etkileyiciydi. Mağaralardan dışarıyı izlemek bambaşka bir keyifti. Aşağıda yer alan çayın manzarası mağaraların bulunduğu alana ayrı bir tat vermişti. Ankara o kadar da gri bir şehir de değilmiş dedirten bir yerdi. Mekanın etkileyiciliği ise her zamanki gibi belediyelerin tembelliği ile sinir bozucu bir hale geldi. Çünkü bu mekana gitmek ayrı mekandan ayrılmak apayrı bir dertti. Elinde böylesi güzel bir mekan, oldukça ilgi çekilebilinecek turistik değer kazandırabilecek bir mekan var ama ne yazık ki sen bir yol yapmaktan acizsin. Cahillik bir ülkenin en büyük fakirliği sanırım. 


Çünkü gerçekten akıllı bir belediye olsan bu mekanı hem manevi hem maddi bir zenginliğe dönüştürüp ilçeni de geliştirebilirsin. Ama akıl edemiyorsun. Ve böylesi bir mekana yol yapmayarak orayı ziyaret etmek isteyenleri büyük bir sıkıntıya sokuyorsun. Bu büyük keyif henüz yapılmamış olan bir yolda tüm arabaların kalmasıyla son buluyor. Ama her şeye rağmen Ankara’da yaşayanların mutlaka “ölmeden yapılması gerekenler” listesine alması gerektiklerini düşünüyorum. O yol sıkıntısı kısa bir süre sonra akıldan gidiyor, zihinde sadece oradaki güzellikler kalıyor. Bende de aynen böyle olmuş olacak ki eve geldiğimde bu mağaralarla ilgili kısa bir araştırma yaptım.

Tam net bir bilgi bulamadım. Yapılan tahmini açıklamalar ise şöyle:

Bu mağaralarda, MÖ.2000’li yıllarda Hititler yaşamışlar. Daha sonraki tarihi süreçte ise, bu kez Frigler bölgedeki egemenliği ele geçirmişler.

1071 Malazgirt savaşından sonra ise, bölge, Türkler tarafından ele geçirilmiş. Günümüzdeki yerleşim yeri ise: Anadolu Selçuklu Hükümdarlarından I.Mesud’un eniştesi ve Ankara Emiri olan Şehabüldele Güdül Bey tarafından kurulmuş.. Yaklaşık 850 yıllık geçmişe sahip olan yerleşim yeri: 1957 yılında ilçe olmuştur. 


Sonuç olarak tarihinden çok emin olamasam da biraz ürkerek çıktığım mağaralarda karılaştığım manzaradan gerçekten etkilendim. Bu nedenle
farklı bir gün geçirmek isteyenlere, Ürgüp-Göreme mağaralarıyla da  benzerlik gösteren bu mağaraları  şiddetle öneririm.

Ağustos 06, 2013

RUHİ MÜCERRET’TİR ONUN ADI



"Hayatım bir film olsaydı, izlerken ya uyuya kalır ya da yarısında çıkardım." - Ruhi Mücerret


Herkes müptelası olmuşken Murat Menteş’in bu benim onunla ilk tanışmam. Dublörün Dilemması ile epey kalabalık bir okur kitlesi edinmiş kendisi. Bense biraz geç kalmışım ne yazık ki. Olsun, Geç ama güzel oldu tanışmamız. Çünkü kitabı fazlasıyla beğendim. Daha doğrusu yazarın uslubünü, anlatım tarzını çok sevdim.  Çoğu zaman tazmanya canavarı misali çok hızlı işlediği kelimelerinin arkasından koşarken yorulsam da aforizmalarının her birinde kendimden bir parça buldum. Absürd isimlerle bezeli karakterlerinden Ruhi Mücerret’le 100 yaşında hissetim kendimi, bitse de gitsek şu fani dünyadan misali bir havaya büründüm. Civan Kazanova ile ordan oraya sürüklendim.. Kitabı bitirdiğimde ise şöyle bir düşünceye kapıldım: Aynı annenin birbirine hiç benzemeyen çocuğu gibiydi bu iki karakter. Biri eğlenceli, biri melankolik. Tıpkı kitabın kapağında olduğu gibi kitabın yarısı Orhan Gencebay diğer yarısı Cüneyt Arkın…


Ruhi Bey, Kurtuluş Savaşı'nın kalan son gazisi, 100 yaşında bir millî kahraman. Bu yazıyı okuyanların "Ölmeyi unutmuş," diyeceği türden biri. Fakat Ruhi Bey bu durumdan hiç de hoşnut değil. Ailesinde ondan önce ölen biri olduğunda elinden utançtan başka bir şey gelmemesini bir lanet olarak tanımlıyor. Ruhi Bey'in bütün günleri, yaşadığı olaylar sonucunda mezarına ne yazdıracağı hakkında sürekli değiştirdiği fikirlerden birinde karar kılma sorunsalı ile geçiyor. Atıflar o kadar keyifli ki okurken tebessüm etmemek elde değil. Dünya üzerinde "ağabey" diyebileceği kimsesi kalmamış olan, her şeyden çok ölmeyi isteyen ve bir türlü ölemeyen İstiklâl Gazisi için, "Fışkırır ruhi mücerret gibi yerden naaşım," dizesini hatırlatan bir isimden daha uygun ne olabilirdi ki?! Kitabın başlarda kafa karıştıran reklam kokan sahneleri ise Civan Kazanova tarafından anlatılan kısmında cevaplarını buluyor. Hatta onun anlatımıyla bambaşka bir hal alıyor, okuyucuyu şaşırtıyor…
 
Kitabında olmaz denileni oldurmuş Murat Menteş. Akla mantığa sığmayacak şeyleri büyük bir mantıkla belki de mantıksızlıkla ama okurun içine sindirterek tek tek "ya evet olabilir" dedirtecek kıvama getirmiş. Oldukça etkileyici aşk ve hayat tasvirleri yapmış: Teşbihler, ayrıntılar, aforizmalar, metafor… Kitabın nokta atışını ise reklam vurgusuyla gerçekletirmiş. Menteş,  günlük hayatımızda reklamın bizden habersiz belleklerimizi dantel gibi işlemesini çok güzel bir şekilde ele almış. Reklamların, ürün yerleştirmenin hayatımıza, beynimize ne kadar "yerleştiğini", markaların, isimlerin beynimizi nasıl rehin aldığını yüzümüze çok başarılı bir şekilde çarpıyor ve olaylar çözümlendikten sonra sanki biraz hızlı gerçekleşen bir sonla kitabı noktalıyor.

Sonuç olarak artık “Murat Menteş ne yazsa okurum” dediğim biri oluyor. Ve ben de sizleri  kitap için yapılmış bu güzel fragmanla baş başa bırakıp yazımı sonlandırıyorum 

NOT: Ruhi Mücerret tarafımdan şiddetle tavsiye edilir.



 

Temmuz 24, 2013

Pink Floyd'un kurucusu Roger Waters İstanbul'da, davetiye kazanma şansı Hürriyet Dünyası'nda!





Sizlere harika bir haberim var!

Şimdiye kadar yapılmış en büyük sahne gösterisi ile İstanbul’da 4 Ağustos akşamı hayranlarıyla buluşmaya hazırlanan ‘The Wall’ dev prodüksiyonu, izleyenlere unutamayacakları saatler yaşatacak görsel şovları ve tabii ki efsanevi müzisyen Roger Waters’ın adeta marş haline gelmiş parçaları ile İTÜ Stadyumu’nda olacak.


Pink Floyd’un kurucusu Roger Waters’ın albümleri ile aynı adı taşıyan ve konserde tüm ‘The Wall’ albümünün muazzam bir şölen ile gerçekleştireceği konser için şimdiye kadar eşi benzeri görülmemiş büyüklükte bir sahne ve Berlin duvarını temsil eden 110 metrelik bir duvar kurulacak. Roger Waters turneye adını veren o meşhur duvarı İstanbul’da 199. kez yıkacak. Daha önce benzeri görülmemiş özel efektlerle donatılmış duvarın gölgesinde ise ‘’Another Brick in The Wall’ parçasını sürpriz bir ekip Roger Waters ile seslendirecek.

Şarkıları kadar görsel şovları, ışık sistemi ve seyircisini adeta şaşkına çevirecek daha bir çok sürprizi içinde barındıran konser için 140 tonluk prodüksiyon malzemesi İstanbul’a 75 tırla gelecek.

Şimdiden görmek için sabırsızlandığım bu eşsiz organizasyona katılmak için tek yapmanız gereken 30 Temmuz’a kadar www.hurriyetdunyasi.com adresine üye olmak/giriş yapmak. Başvuran her 100. kişiye olmak üzere, toplamda 5 kişiye çift kişilik davetiye hediye ediliyor.

Siz de benim gibi “Böyle konser bir daha gelmez” diyorsanız elinizi çabuk tutun ve hemen Hürriyet Dünyası’na tıklayın.



Bir bumads advertorial içeriğidir.

Temmuz 07, 2013

iMGELERiN iHANETi, MAGRITTE


İmgeler ihanet eder mi??  Rene Magritte’ e göre eder… O, çizerek anlatmıştır; adeta kitap gibi resimleriyle, ben de yıllardır okumaya çalışıyorum anlattıklarını, tablolarını gözlemleyerek...


Bir ödev vesilesiyle üniversitede tanıştım Magritte’le ve ondan daha ön plana çıkmış olan eserleriyle. O zamana kadar Dali’ydi sürrealist resim denince aklıma gelen. Ama Magritte bu algımı tamamen değiştirdi. Yaptığı eserleri değerlendirirken çok şey öğrendim ondan; daha doğrusu bakış açısından, sanata olan yaklaşımından.

Magritte, 1 kasım 1898 de Belçika’nın Hainaut kentinde dünyaya gelmiştir. Ailenin üç erkek çocuğundan en büyüğü olan Rene’nin babası bir tüccardır ve aile sık sık şehir değiştirmektedir.   Rene’nin daha çocukluk yıllarında tanık olduğu bazı sıradışı olaylar onun imgelemini derinden etkilemiştir. Gilly’de yaşadıkları evin üzerine esirleri taşıyan bir balon düşmüş, 1905 yılında küçük bir kız çocuğuyla mezarlıkta yürürken sehpası başının üzerinde resim çalışan bir ressamla karşılaşmıştır. Bu şaşırtıcı imgelerin iç dünyasını canlandırdığı çocukluk döneminde yaşadığı bir diğer olay ise diğerlerine göre oldukça acı bir deneyim olmuştur. Châtelet’te yaşadıkları sırada 12 Mart 1912’de sanatçının annesi kendini Sambre nehrine atarak intihar etmiştir. Magritte, annesinin sudan çıkartılışına şahit olmuştur. Annesinin cesedinin suyun üzerinde yüzüşünün, elbisesinin kafasını örtmesinin, ressamın “Les Amants” serisine ilham kaynağı olduğu söylenir. 


1913 yılında 15 yaşındayken, Charleroi panayırında, ileriki hayatında çok önemli bir yere sahip olan Georgette Berger ile karşılaşmış ve 13 yaşındaki kız onu adeta büyülemiştir. Ancak daha sonra uzun yıllar bir daha onu görmemiş ve Georgette ilk gençlik yıllarının unutulmaz bir hayali olarak belleğine kazınmıştır. 1920, aynı zamanda bir tesadüf sonucunda Georgette Berger’le tekrar karşılaştığı yıldır. 1921 yılında askerlik görevini tamamlamış olan Magritte, 28 Haziran 1922’de Georgette ile evlenmiştir.

İlk eseri Evelyne Brelia'nın bir portresidir. İlk sergisini 1927 de açar, kısa bir süre sonra babasını da kaybeder. Bu dönemden sonra resimleri büyük bir değişiklik gecirir. İyice sürrealizme kayar. Brüksel’de yasamak artık onun ilerlemesine engeldir ve resmin merkezi İspanya’ya taşınır. Bu yolculuklar Londra ve Güney Fransa ile devam eder. 1967’de de yaşamı son bulur. Kendisinden geriye kalan resimleri bugün dünyada sürrealizmin sembolünü oluşturur. Onun için resim yapmak bir amaç değil, araçtır ve sürrealizm, siyah-beyaz gibi zıtlıkların bulunmadığı bir noktadır.


                    

Sanatçı İmgelerin İhaneti adlı eserini 1928-9 yılları arasında tamamlamıştır. Magritte, adlandırılması gerekmeyen bir şeye, o şeyin gerçekteki varlığını yadsıyan saçma bir ad vererek gerçeklikle çatışma yaratır. İmgelerin İhaneti adlı tablosunda da bir pipoyu en gerçekçi haliyle resmettikten sonra resminin altına “Bu bir pipo değildir” yazarak nesnenin imgesinin gerçek ve dokunulabilir bir şeyle karıştırılmaması gerektiğini belirtir. Magritte’in en ünlü imgelerinden biri olan bu resim tanımlama ve simgeleme kavramlarını sorgulamaktadır. Sanatçı, “Hiçbir şey göründüğü gibi değildir” der. Dolayısıyla resim, kurallarla düzenlenmiş topluma meydan okur, yerleşik görme ve düşünme biçimlerine saldırır. Çalışmalarında Magritte'in göstermeye çalıştığı gerçekçi sanata ne kadar yaklaşılırsa yaklaşılsın, öğenin kendisine yaklaşılamayacağıdır.  Yani Biz, bir pipo resmiyle tütün içemeyiz. Onun için resimde tütün dükkanı reklamının modeli gibi görünen bir pipo yer alsa da bu gerçek bir pipo değildir, sadece imgesidir. 

Giorgio de Chirico’dan etkilenen Magritte’in Gerçeküstücü yapıtları, bir şöminenin ortasından çıkan buharlı tren ya da bulutların birer Fransız ekmeği olduğu gökyüzü resmi gibi çoğunlukla fantastik, rahatsız edici ve düşsel imgeler içerir. Belçika doğumlu Magritte’in mesleğine profesyonel ressam olarak başlaması resimlerindeki kesinliğin ve berraklığın nedeni sayılabilir. Sanatçıya eserleri sorulduğunda ise şöyle anlatmıştır:

"Benim resimlerim hiçbir şey anlatmayan görsel imgelerdir. Akla gizemi getirirler. Doğrusunu isterseniz, benim resimlerimi gören biri kendi kendine şu basit soruyu sorar: 'Bunun manası ne?' O resmin bir manası yoktur. Çünkü zaten gizem de aslında hiçbir şeydir, bilinmeyendir…"

Mayıs 06, 2013

DURER, "DUA EDEN ELLER"



Üniversiteye başladığım ilk hafta her sanat tarihçisi gibi Sanatın Öyküsü kitabını satın almıştım. Alır almaz da karıştırmaya başladım. Kitapta ilk dikkatimi çeken ise; tüm yüz hatlarıyla resmedilmiş yaşlı bir kadın resmiydi. Öyle başarılı bir çalışmaydı ki öylesine resmin içinde dalmıştım ki pek de becerememe rağmen hemen etkisinde kaldığım bu resmi çizmeye kalktım. Çizmeye çalıştığım o resim hayatta çizebildiğim en iyi resim oldu. Etkisinden çıkamadığım bu resmin asıl sahibi ise Albrecht Dürer’di.

Bunun için Dürer’in yeri her zaman ayrı olmuştur benim için. Onun resimlerine saatlerce bakabilir, üstüne bir dolu yorum yapabilirim. Bakışlarında hep bir derinlik bulurum. Kendini de resmettiği tablosuna ne zaman baksam farklı bir şeyler anlatır bana. Her seferinde ayrı bir Dürer’den bahseder; bende sessizce dinlerim.

Dürer’i Dürer yapan resim olarak ise birçokları “Dua Eden Eller” tablosunu kabul eder. Zira gerçekte de resme başlamasına resimdeki eller sebep olmuştur. Nasıl derseniz? Hikayesi şöyledir:

On beşinci yüzyılın başlarında, Nuremberg yakınlarında küçük bir köyde on sekiz çocuklu Dürer ailesi yaşamaktadır. Aile reisi babanın esas mesleği kuyum ustalığıdır fakat kalabalık ailesini geçindirebilmek, hatta sadece doyurabilmek için birçok ek işte de çalışmaktadır.

Bu ailenin erkek çocuklarından ikisi sanata çok meraklıdır ve en büyük hayalleri de Nuremberg’deki sanat akademisinde eğitimlerini tamamlamak, yeteneklerini geliştirmektir. Fakat babalarının bu imkânı onlara sağlayamayacağının da farkındadırlar.

Uzun tartışmalardan sonra bir karara varırlar. Yazı tura atacak, kurada kim kazanırsa akademiye gidecek, kaybedense yakınlardaki madenlerde çalışarak kardeşini okutacaktır.

Kazanan ve akademiye giden de okulu bittikten sonra eserlerini satarak ya da kardeşi gibi madende çalışarak diğerinin okumasına yardımcı olacaktır. Kurayı kazanan Albrecht  Dürer olur ve Nuremberg’e gider.

Sonraki dört yıl boyunca Albert söz verdiği gibi tehlikeli madenlerde çalışarak kardeşinin okumasına yardımcı olur. Bu arada Albrecht ise akademideki çalışmalarıyla büyük başarı gösterir. Yağlıboya çalışmaları ve gravürleri, ustalarının yaptıklarından bile  daha iyidir. Mezun olduğu sırada komisyonla çalıştığı işlerden büyük paralar kazanmaya başlamıştır.

Genç sanatçı köyüne dönünce Dürer ailesi onun şerefine büyük bir ziyafet düzenler. Coşku içinde geçen yemek sırasında masanın başında oturan Albrecht kadehini kardeşi Albert’te kaldırarak dokunaklı bir konuşma yapar ve sözlerini şöyle tamamlar:

 “Sevgili kardeşim Albert şimdi sıra sende, akademiye gideceksin ve ben sana her türlü desteği sağlayacağım.’’

Kardeşinin konuşmasını yaşlı gözlerle dinleyen Albert kafasını sallar, ayağa kalkar ve gözlerindeki yaşları silerek masada kendilerini dinleyen sevdiği yüzlere bakarak şöyle der:  

“Hayır kardeşim benim için artık çok geç Nuremberg’e gidemem. Madenlerde geçen son dört yıl ellerimi ne hale getirdi bak, parmaklarımdan her biri defalarca ezildi ve kireçlenmeden dolayı da öyle acı çekiyorum ki senin şerefine bile kadeh kaldırmaktan acizim, bu ellerle kalem ve fırçayla nasıl yazıp çizeyim? Çok geç artık benim için çok geç…’’


Bu buruk konuşmanın üzerinden 450 yıldan uzun bir süre geçti. Bugüne kadar Albrecht Dürer'in yüzlerce portresinin yanı sıra karakalem, suluboya, yağlıboya resimleri dünyanın sayılı müzelerinin duvarlarını süsledi. Fakat bunlar içinde hiçbiri Albrecht Durer'in o günkü yemekten sonra yaptığı karakalem çalışması kadar ünlü olmadı. Bugün yeryüzünde birçok çalışma masasının üzerini süsleyen, birçok duvarda asılı duran bu resim Dürer'le eşleştirildi; hatta Dürer'den daha çok bilinir oldu.

Albrecht Durer, kardeşi Albert'in kendisi için gösterdiği fedakarlığı resmetmeye niyetlendi. Kardeşinin maden ocağında çalışmaktan eğri büğrü olmuş parmaklarını ve kırış kırış avuçlarını bütün detaylarıyla çizdi. Resimde Albert'in ince parmakları göğe doğru yönelmişti. Dürer, bu çalışmasına basitçe "Eller" adını verdi. Ama zamanla Dürer’in bile önüne geçen bu isim değişti.

O gün bozuk para yere düştüğünde, Albrecht'in sanatçı olma duası, Albert'in de bir sanatçının en ünlü eserine model olma duası kabul edilmişti. Bunun için eser zamanla  "Eller" yerine  "Dua Eden Eller" olarak anıldı..






Nisan 12, 2013

15 NİSAN DÜNYA SANAT GÜNÜ KUTLU OLSUN


 
 
 
 
Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği Başkanı Bedri Baykam’ın teklifiyle; ünlü sanatçı Leonardo Da Vinci’nin doğum günü olan 15 Nisan, tüm ülkelerin katıldığı 2011 UNESCO AIAP Genel Kurulu’nda, oy birliği ile “Dünya Sanat Günü” olarak kabul edildi.

Dünya Sanat Günü’nün geçen yıl gerçekleşen ilk kutlamaları başta Meksika, Türkiye, Slovakya,İsveç olmak üzere birçok ülkede yapıldı. Türkiye’deki ilk kutlama çerçevesinde Nişantaşı-Abdi İpekçi Caddesi’nde kitap ve müze stantları kuruldu; vitrin sergileri, paneller, konserler, dinletiler ve dans gösterileri gerçekleştirildi.

Dünya Sanat Günü’nde, sanatın halkla buluşması ana fikrinden hareketle düzenlenecek olan ‘’Vitrin Sergileri’’ ve ‘’Sokak Etkinlikleri’’ bu yıl İstanbul’un üç farklı noktasında yer gerçekleşiyor. 10-23 Nisan 2013 tarihlerinde Şişli Belediyesi’nin katkıları ile Nişantaşı Abdi İpekçi Caddesinde, Kadıköy Belediyesi’nin katkıları ile Bağdat Caddesi’nde, birçok mağazanın vitrininde ünlü Türk sanatçılarının yapıtlarının sergilenecek. Kartal Belediyesi ise katkılarıyla Kartal’da Türk Resim Sanatı’nın ünlü eserlerin yer aldığı, vinil sokak afişleriyle bir tür açık hava sergisine ev sahipliği yapıyor. Beşiktaş Belediyesi de benzer bir hamleyle ünlü Türk ressamlarına ait yapıtları billboard'lar aracılığıyla halkla buluşturuyor.

13 Nisan’da Abdi İpekçi’de UPSD Başkanı Bedri Baykam’ın ve Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün açılış konuşmalarıyla başlayacak kutlamalar, sokak konseri ile devam edecek, aynı gün önemli yayınevleri ve çeşitli sanat kurumlarının katkısıyla 30 adet stant kurularak sanat kitapları ve sanat kurumlarının tasarım ürünleri sunulacak.

15 Nisan Dünya Sanat Günü kutlamaları Kadıköy Belediyesi’nin katkılarıyla Bağdat Caddesi’nde, 14 Nisan Pazar günü açılış töreni yapılarak başlayacak.

Saat 14.00’te Şaşkınbakkal, Kazım Kulan Çarşısı önünde kurulacak sahnede UNESCO AIAP UPSD Başkanı Bedri Baykam’ın ve Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk’ün açılış konuşmaları ile başlayacak program 14.30’da ünlü müzik grubu Bulutsuzluk Özlemi’nin vereceği konser ile devam edecek.

Şaşkınbakkal ve Erenköy Camii arasında; İstanbul Modern, İKSV, İstanbul
Arkeoloji Müzeleri TURSAB, İstanbul Oyuncak Müzesi, Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar
Vakfı, Milenyum Kitabevi, Litaratür Yayıncılık, Boyut Yayıncılık, Patika Yayıncılık, Robinson Yayınevi, Sabancı Müzesi, Piramid Sanat, ARGEPA, İş Bankası Yayınları, Yapı Kredi Yayınları gibi pek çok önemli yayınevi, sanat kurumları, müzeler ve vakıfların katkısıyla kurulacak stantlarda; sanat kitapları ve sanat kurumlarına ait tasarım mağazalarının ürünleri yer alacak.

Bağdat Caddesi'nde ise, Vitrin Sergileri kapsamında ünlü Türk Sanatçılarının seçkin yapıtları Şaşkınbakkal ile Erenköy Camii arasındaki Mağazaların Vitrinlerinde sergilenecek. Bağdat Caddesi Vitrin Sergileri 10 Nisan ve 23 Nisan arası sürecek.

İstanbul Arkeoloji Müzeleri ve TÜRSAB 14 Nisan Pazar günü ücretsiz iki adet servis aracı tahsis ederek Bağdat Caddesi’nden isteyen ziyaretçileri İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne taşıyacak. 15 gün boyunca İstanbul Oyuncak Müzesi’ni ziyaret eden her çocuğa Kadıköy Belediyesi’nin hazırladığı World Art Day balonları hediye edilecek.
Ayrıca Sabancı Müzesi 14 Nisan Cumartesi günü ücretsiz olarak ziyaret edilebilecek.

15 Nisan Pazartesi akşamı Kadıköy Belediyesi Kozyatağı Kültür Merkezi’nde Jülide Gündüz, Göknil Genç ve Müge Hendekli’den oluşan Trionando grubunun Dünya Sanat Günü konseri olacak. Konser saat 20.00’de başlayacak. Kadıköy Belediyesi Caddebostan Sanat Merkezi’nde 18 Nisan Perşembe günü Dünya Sanat Günü nedeniyle saat 15.00 - 17.00 arasında ''15 Nisan Dünya Sanat Günü-Sanatın Ağırlığını Taşımak'' konulu panel yapılacak. Panelin konuşmacıları Bedri Baykam, Prof. Tülin Onat ve Prof. Nilüfer Ergin.


İstanbul Beyoğlu Belediyesi Çocuk ve Gençlik Merkezi’nde Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı Çocukları’nın daha önce Çocuk ve Gençlik Bienali’ne seçilen yapıtları, 8 Nisan günü yapılacak açılış kokteyli ile 8-15 Nisan arasında sergilenecek. Vakıf çocuklarının bir bölümü İstanbul Arkeoloji Müzelerini aynı hafta içinde ziyaret edecek.

İstanbul’da faaliyet gösteren 11 Gençlik ve Çocuk Rehabilitasyon Merkezi’nde farklı yaşlarda, çok sayıda çocukla sanat atölyesi çalışması yapılacak. Bu kapsamda Uluslararası Plastik Sanatlar Derneğinden gönüllü ressamlarla, Maltepe Cezaevindeki çocuklar için duvar boyama etkinliği düzenlenecek.


Dünya Sanat Günü haftası boyunca Kartal Belediyesi Film Kulübü öğrencilerinin kısa filmleri dönüşümlü olarak gösterilecek. Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi’nde Nazım Hikmet’in Kartallı Kazım’ı anlattığı tablosunun kopyası sergilenecek ve konuyla ilgili belgesel izleyicilere sunulacak.

Kartal Belediye Başkanı Dr. Altınok Öz’ün katılımıyla Leonardo da Vinci ve Mona Lisa’nın temsili nikâh törenini canlandıran performans sergilenecek.

15 Nisan akşamı Maçka Demokrasi Parkı UPSD Sanat Galerisi’nde 36 yaşından küçük genç sanatçılarımızın UPSD Yönetim Kurulu’nca seçilmiş işlerinden oluşan Gençlik Buluşması adlı sergimizin açılış kokteyli ile 15 Nisan Dünya Sanat Günü’nü sanatçı dostlarımız ve gençlerle bir bayram havası içinde kutlanacak.

Türkiye genelinde birçok ilde 15 Nisan Dünya Sanat Günü haftasında kutlamalar düzenlenecek.
 
 

Nisan 03, 2013

SANAT KÜÇÜK KALPLERE DOKUNUYOR





Sanat, tıp ve iş dünyası, kalp hastası çocuklar için el ele veriyor. Ünlü ressam Renée Niklan’ın 17 eseri, 10-14 Nisan tarihlerinde Ekavart Gallery’de sergileniyor. Ekavart Gallery nerede diyenlere, işte adres: The Ritz-Carlton Hotel, Süzer Plaza, No: 15, Gümüşsuyu-İstanbul. Sergi, çarşamba-cuma günleri 11.00-18.30, cumartesi günü ise 12.00-18.30 saatleri arasında gezilebilir.

Bu serginin diğerlerinden farkı ne derseniz, salt bir resim sergisi olmanın ötesinde bir kurumsal sosyal sorumluluk projesi niteliği taşıdığını söyleyebiliriz. Sergideki eserlerin satışından elde edilecek gelirin tamamı, gelişmekte olan ülkelerde doğuştan ya da sonradan kalp hastası olan çocukların tedavi edilmesi için kullanılacak. Tedavileri, bu işe gönül vermiş bir avuç tıp insanının kurduğu Herkes İçin Kalp Derneği (www.cptg.ch) gerçekleştirecek. Dernek, modern tıbbın sunduğu olanaklardan yararlanamayan bu çocukların İsviçre’de ya da kendi ülkelerinde ücretsiz tedavi olmalarını sağlıyor.




Ne yazık ki, gelişmekte olan ülkelerde her yıl yaklaşık 2 milyon çocuk kalp bozukluklarıyla doğuyor ve bu çocukların yarısı maddi kaynak veya sağlık sektöründeki insan kaynağı yetersizliği nedeniyle ilk iki yıl içinde yaşamını yitiriyor. Bu ülkelerde açık kalp ameliyatı olmayı bekleyen çocukların sayısı ise 8 milyonu buluyor.

Herkes İçin Kalp Derneği’nin kurucusu Ord. Prof. Dr. Afksendiyos Kalangos. Kalangos, iki kez Nobel Tıp Ödülü’ne aday gösterilmiş bir kalp cerrahı. Bu alanda 14 ayrı teknik geliştirmiş. Son 100 yılın en iyi cerrahlarından biri olarak tanınıyor. Ayrıca, dünyanın en prestijli tıp ödüllerinden Fransız Tıp Akademisi Ödülü’ne sahip.

Sergi, Alvimedica’nın sponsorluğunda gerçekleştirilecek. Alvimedica Yönetim Kurulu Üyesi Leyla Alaton, hayır amaçlı bu tür etkinliklere özel önem veriyor ve Herkes İçin Kalp Derneği’ni yürekten destekliyor.


Niklan’ın mutluluk, umut ve sevgi mesajları içeren eserlerinden oluşan “Sanat Küçük Kalplere Dokunuyor” temalı sergisini mutlaka görün. Gidemem diyorsanız, sergiyi Türkiye’nin ilk online sanat televizyonu www.ekavart.tv’de de izleyebilirsiniz. Resimler, yüreğinizi ısıtacak…

Hem dernek hem de sergi hakkında şuradan bilgi alabilirsiniz: http://alvimedica.com/hearts-for-all/tr/



Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.


Mart 25, 2013

BİZİ RAHAT BIRAKIN...


 Benim için farklı geçen bir haftasonunu geride bıraktım. Bu farklılıklardan biri hayatımı da farklı bir yöne kaydıran bir adım oldu. Buna belki daha sonra değinirim ama aslında ben bugün başka bir hikayeyi anlatmak istiyorum. Hikayemin adı : "Bizi Rahat Bırakın"adlı fotoğraf sergisi. Cumartesi günü ilk duyduğum günden beri merak ettiğim bu serginin açılışı vardı. Bende bu fırsatı kaçırmadım. Nedir bu sergi? Konusu nedir? diye soracak olursanız;

Sergi, Irak savaşında aldığı yaralardan dolayı hayatı bir daha eskisi gibi olamayan savaş kurbanlarının portre fotoğraflarından oluşuyor. Fotoğraf sanatçısı Niko Guido’nun gerçekleştirdiği bu projede Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü’nün girişimiyle Ürdün’ün başkenti Amman’da bir hastanede, Irak Savaşı sırasında ve sonrasında patlayan bombalardan yaralanıp plastik cerrahi ameliyatları geçirmiş Iraklıların portre fotoğrafları çekilmiş. Sergilenecek fotoğraf sayısı, yeni bir umut ve yeni bir gün manasını taşıması açısından 24 olarak belirlenmiş. Savaşın, sivillerin hayatını nasıl etkilediğini göstererek, "Savaşa hayır, barışa evet" demeyi amaçlayan Guido, portre fotoğraflarını çektiği 24 kişiden, kendilerini anlattıkları 5 dakikalık ses kayıtları da almış. 

Irak işgalinin 10. yılını doldurması nedeniyle birçok kentte aynı anda açılan sergi, Ankara’da Çankaya Belediyesi ve Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği’nin işbirliğiyle Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde sergileniyor. Açılış cumartesi günü olmuş olsa da birçok milletten yüzlerce gönüllünün çalışmalarıyla gerçekleştirilen, dünyanın en büyük fotoğraf sergisi özelliğini taşıyan bu sergi 27 Mart tarihine kadar devam edecek.

Ama ben henüz devam eden bu sergi için mutlaka gidin izleyin diyemiyorum. Çünkü hikayesi böyle iç acıtıcı olunca sergiyi izlemekte bir o kadar zor oldu benim için. Sanatla acı buluşmuştu. Ve ikisi bir arada olunca sanatın da insanın canını fazlasıyla acıtabileceğini gördüm. Fotoğraflara bakmakta çok zorlansam da, sergide yer alan her bireyin hikayesini ayrı ayrı okudum. Her bir fotoğraf kahramanının anlattıklarından; umutlarını yitirmiş olduklarını, hayata artık olumsuz baktıklarını gördüm. Filler savaşırken çimenlerin nasıl da acımasızca ezildiğini gözler önüne çok net bir şekilde seren etkileyici fakat duru bir sergiydi.Duruluğuyla çarpan bu sergiyi, Suriye’de savaşın çıkması için çaba sarf edenlerin, savaşın çirkin yüzünü görmek istemeyenlerin mutlaka izlemesi gerektiğini düşündüm. 

Son olarak söyleyebileceklerim ise; içinde bulunduğumuz bu dünya hiç savaş yaşamasın, tüm insanlığa ve tüm devletlere barışın aydınlık çağrısı ulaşsın…


Mart 12, 2013

TÜM ÇOCUKLAR ÖZELDİR

 
Yağmurun yağsam mı yoksa yağmasam mı diye uzun saatler düşünüp bu kararsızlık zamanlarında bulutlarını Ankara’nın üstüne indirdiğinde; benim ruhumda bulutlanır. Bu bulutlanmanın yerini güneşe bırakması için en kestirme çözümüm ise, elime kahvemi alıp seçtiğim filmi bir başıma izlemektir. Bugün de o günlerden biriydi. Ben ise seçimimi bir Bollywood filmi olan  "Yerdeki Yıldızlar /Tüm Çocuklar Özeldir" den yana kullandım. 2 saat 40 dakika süren film bittiğinde, hem epey süre etkisinden çıkamadım hem de kendime çok kızdım:  Neden bu kadar geç kalmışım bu filmi izlemek için diye.. Nasıl gözden kaçırmışım bunca zaman. Oysa en etkilendiğim tarzlardan biridir küçük bir çocuğun dünyasından, onun gözünden verilen hikayeler. Konu da bizim ülkemizde de görülen, yabancı olmadığımız bir konu olunca etkisinden uzun süre çıkamamak çok normal bir süreçtir benim için.

“Yerdeki Yıldızlar”, eğitim sorunlarının ele alındığı bir film. Aamir Khan’ın yönettiği ve oynadığı filmin başkahramanı Ishaan Awasthi ( Darsheel Safary), disleksi (öğrenme bozukluğu). sorunu olan bir çocuktur. Harfleri ve kelimeleri kavramakta zorluk çeken küçük bir çocuğun; öğretmenleri, ailesi, arkadaşları tarafından anlaşılmamasının verdiği acıyla gittikçe içine kapanmasının iç burkan kareleriyle başlar film. 3. sınıfta olmasına rağmen okuma ve yazmayı hala bilmeyen zeki bir çocuktur Ishaan. Evet, okuma-yazma bilmeyen zeki bir çocuk. Öğretmenleri ezberci metotlarıyla Ishaan'a verdikleri eğitimden kısa sürede bir sonuç alamayınca onu dışlar ve çocuğun beceriksiz, tembel ve haylaz bir çocuk olduğu kanısına varırlar. Ishaan'ın abisi derslerinde çok başarılı bir çocuktur. Babası Ishaan'a sürekli abisini göstererek onun gibi olması gerektiği yönünde telkinlerde bulunur. Ama bir süre sonra bu telkinlerle yetinmez ve Ishaan’ı yatılı bir okula gönderme kararı alır. Yatılı okul sonrası hayat gittikçe anlamsızlaşır onun için. Kendini herkesten soyutlar ve gittikçe içine kapanır. Fonda çalan müziğin sözleri de Ishaan’ın acısına tercüman olur:

“Boş kaldı gözlerim gözyaşlarım bile terk etti beni sessizlik doldurdu kalbimi hissetmiyorum artık ne acı, ne his… Terk etti beni bütün duygular sanki boşluktayım; sen her şeyi hissederdin anne, değil mi anne?”


 Film duygu dolu bu sahnelerinin ardından, okula yeni gelen resim öğretmeni Nikumbh (Aamir Khan) ile umut dolu bir yöne doğru ilerler. Çünkü bu öğretmen sayesinde Ishaan’ın hayatı değişir. Nikumbh, onu her haliyle anlayabilen ilk öğretmeni olacaktır. Ishaan’ı okulda, hocalarının gözünde ve ailesinin nezdinde beklenmeyen bir yere getirmeyi başararak bize de hoş bir final yaşatacaktır: Hoş ve etkisinden epey bir süre çıkılamayacak bir final. Herkesin kendini, hayatını, çocukluğunu, ilkokul çağlarını sorguladığı bir final… 

Ne de olsa sosyal bir varlık olan insan; yaşadığı, büyüdüğü ve tercih ettiği çevrenin etkisiyle bir kimlik kazanır. Bu doğrultuda hayatına devam eder. Birey kendine has karakterini, öncelikle ailesinden sonrasında ise çevresel unsurlardan edindiği özelliklerle şekillendirmeye başlar. Bu çevresel unsurlardan biri de okullar, okullarda alınan eğitimdir. Günümüzdeki eğitim kurumları ise, rekabete dayalı, ezbere dayanan bir müfredatla çocuklarımızı, zihinlerinde hayat boyu taşıyacakları izlerle yaşamaya mecbur bırakmaktadırlar. Okuma ve yazmayı geç kavrayabilen bir çocuk görüldüğünde "tembel" diye adlandırılır. Tersine öğretmenlerin "tembel" veya "çalışkan" diye adlandırıldığı görülmez. 

İşte bu ve bunun gibi yapılacak pek çok değerlendirme ve özeleştiri için, küçücük bir çocuğun mükemmel bir şekilde canlandırdığı karakter için ve de sıcacık bir film olduğu için tüm ailelere ve tüm sinemaseverlere tarafımdan şiddetle tavsiye edilir. 

Mart 08, 2013

8 MART : BUGÜN BAŞROL KADINLARIN



Geçenlerde sinemada izlemeye doyamadığım Cem Yılmaz’ın son gösterisini  bir de evde izledim.  Acaba sıkar mı derken ikinci kez izlediğimde  daha fazla güldüm. Oldukça eleştirilmesine rağmen bana göre içinde gerçek hayattan kısa hikayeler içeren bu proje çok da eğlenceli olmuş. Neredeyse üç saat süren Stand-Up gösterisinde Cem Yılmaz’ın ne kadar da iyi bir gözlemci olduğunu düşünüyor insan. Her şeyi çözmüş: Kadınları, erkekleri, gençleri, ergenleri, garsonları, tuvalet bekçilerini ve daha birçoklarını. Herkes, evet evet aynen böyle diyor; anlatılan pek çok esprinin ardından. Özellikle kadın erkek ilişkilerinde herkesin kendinden bir şeyler bulduğu kesin.  Her iki cins için de tespitleri çok yerinde ve çok doğru. Ama bir bayan olarak benim en çok hoşuma giden "Erkeğin bir üst modelidir Kadın" tespiti oldu. Ve benim gibi pek çok bayanın da bu tespitten çok gurur duyduğunu düşündüm.
İşin esprisi bir yana kadın-erkek ayrımının, kadınlar şöyle erkekler böyle tespitlerinin bazen çok abartıldığını düşünürüm. Sonuçta her iki cinste bu dünyada tek olmak istemezdi. Dünya müthiş bir ahenk ve uyum içinde, kadın ve erkek de bu düzenin önemli tamamlayıcıları. Dünyada kötü olan erkeklik ya da kadınlık değil; kötü olan şahıslar. Bazılarının yaptıklarını duyunca insan, gerçekten inanamıyor çok zaman. Bu kadar da olmaz diyor. İnsan nasıl kötü olabilir. Bu yaradılışımıza aykırı. Ama oluyor işte. Kardeşler bile birbirinden çok farklı olurken, insanların başka başka olması çok da normal bir durum haliyle.  Ama bu kötü kişilere, eşlerine-çocuklarına kötü davrananlara karşı olmak, bir şahıs tarafından sıkıntı yaşayanların yanında olmak bizim elimizde. Boşa dememişler atalarımız "Bir elin nesi var; iki elin sesi var" diye. Aman benim sıkıntım değil ne de olsa diye kafa çevirmek, aldırış etmemek, zorda olanın yanında olmamak yapılan en büyük kötülük. Bugün komşunun başına gelenin yarın senin başına gelmeyeceğinin hiçbir garantisi yok şu hayatta. Bunun için birlik-beraberlik, bir toplumun ayakta kalması için en büyük gerek bence. Dışarda dağılmamızı, yok olmamızı isteyenlere inat herkesi sevmek, iyi düşünmek, beraberliğe önem vermek bizim elimizde… 
Özel günleri pek de anlamlı bulmam, çoğunun bir rant olduğunu düşünürüm. Aslında birçoğu tüketimi canlandırmak için yapılmış bir tuzaktır bana göre. Ama 8 Mart’ı bu günlerden ayrı tutarım. Çünkü o gerçekten özel bir gündür. Yukarıda anlatmaya çalıştığım birlik beraberliğin –sonu acı bitse de- önemli bir örneğidir. Hikayesi oldukça etkileyicidir:
8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi, daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başlar. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda, çoğu kadın 129 işçi can vermiştir. İşçilerin cenaze törenine 10.000'i aşkın kişi katılmıştır. Bu olay sonucunda 26 - 27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka'nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonal’e Bağlı Kadınlar toplantısında (Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı) Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart'ın "Internationaler Frauentag" (International Women's Day - Dünya Kadınlar Günü) olarak anılması önerisini getirir ve öneri oy birliğiyle kabul edilir. 8 Mart 1975'te de Birleşmiş Milletler tarafından DÜNYA KADINLAR GÜNÜ resmi olarak kabul edilir.

İşte 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak kabul edilmesinin özünde böylesine etkileyici, iç acıtan bir olay vardır. Bir grev bir daha geri dönüşü olmayan yaralar açmıştır. 129 canın bu dünyadan zorunlu göç etmesine sebep olmuştur. Bunun için bugünün resmileşmesi, bu olayın unutulmasının engellenmesi benim için çok kıymetlidir…
Herkesin haklarının kıymetli olması, emekçi kadınlarımızın, annelerimizin, ablalarımızın, kardeşlerimizin daha huzurlu, daha güvenli, daha mutlu bir hayat yaşaması ümidiyle tüm kadınlarımızın DÜNYA KADINLAR GÜNÜ KUTLU OLSUN !!!

Mart 04, 2013

BİR ÖMÜR YETMEZ Kİ...


 
Usta isimlerden birini daha kaybettik bugün. Bir daha yeri doldurulamayacak farklı bir adamı… Dünden beri her yerde her an karşımıza çıkıyor Onun yokluğu. Nasıl zorluklarla hayata tutunduğu ne acılar yaşayarak bugünlere geldiği anlatılıp duruyor. Ve bugün de son yolculuğuna uğurlanıyor.

Küçük bir çocukken pek de hoşlanmazdım yaptığı müzikten. Çocukken arabesk müzikle aramda hep bir mesafe olmuştu çünkü. Gerçi hala da mesafeliyimdir ama; büyümek törpülenmektir. Önyargıları kırmak; yargılamak yerine anlamaya çalışmaktır. Ve bende herkes gibi büyüdüm, değiştim.. Benim büyüdükçe değişmem gayet normaldi. İşin enteresan yanı ben ve tüm dünya değişirken Müslüm Gürses’inde değişmesiydi. Hep bir adım ileri gitmesiydi. Yeni ufuklara seslenmesi, farklı kitleleri söylediği farklı tarzlardaki şarkılarla bir araya getirmesiydi. Müziğe başladığı ilk yıllarda toplumun belirli bir kesimine hitap eden, arabeskin en koyu şarkılarına tercüman olan Müslüm Gürses; 2006 yılında Murathan Mungan ile birlikte yaptığı "Aşk Tesadüfleri Sever" albümü ile David Bowie, Bob Dylan şarkılarını da ustalıkla seslendirerek tarzına çok uzak olan bir hayran kitlesi oluşturmayı da başardı. Başlarda entelektüel kesimin işi şakaya vurarak başlattıkları Müslüm Gürses hayranlığı, bir süre sonra yerini realiteye bıraktı. Bir zamanlar Onun müziğine burun kıvıranlar, sonrasında onun konserlerinde yer kapma savaşına girdiler.

Öyle garip bir sesi, uslübu var ki pop, arabesk ya da rock müzik ne söylerse söylesin tarzını asla değiştirmiyor. Sesini şarkılara değil de şarkıları sesine uyarlıyor. Yeniden yoğuruyor, içine kendi tarzını akıtıyor. Ve daha önce defalarca dinlediğimiz Sensiz Olmaz, Olmasa Mektubun, Olmadı Yar, Tanrı İstemezse şarkıları Onunla yeni bir kimlik kazanıyor.


İster popçu ol ister metalci, ister caz sevdalısı ol ister türkücü mutlaka herkesin, bu hayatta Müslüm Gürses ile kesişmiş bir zaman dilimi olmuştur. Benim de Onun müziğiyle kesişmem; "Neredesin Firuze" filminde söylediği "Sensiz Olmaz" şarkısıyla oldu. Şarkıyı asıl sahibi Bülent Ortaçgil’den dinlemek çok büyük bir keyiftir. Ama Müslüm Gürses’ten dinlemek te bambaşka bir tat verir insana. Şarkının klibinde Gürses, elinde sigara sahne önünde söyler parçayı. Ama öyle bir tüttürür ki sigaranın dumanını ve öyle naif öyle içten bir tavırla söyler ki şarkıyı; iki kelimelik "Sensiz Olmaz" cümlesi benim için büyür büyür ve içine milyonlarca mana sığdırır… Yakın zamanda keşfettiğim Nilüfer şarkısının ise benim için ayrı bir yeri vardır. Belki parça ile aynı ismi taşıyor olduğumuz için belki Murathan Mungan’ın kaleminden dökülen sözleri içerdiği için belki de içime işleyen bir müziği olduğu için son zamanlarımda en değer verdiğim şarkılar arasında yerini almıştır… 

Son olarak; Evet Müslüm Baba sen gittin ama merak etme bu hayatta herkesin seni hatırlamak ve anmak için mutlaka bir sebebi olacaktır. Şarkıların kolay kolay unutulmayacaktır. Ölümden sonra iz bırakmaksa amaç; bunun en açık örnekleri arasında olacağın kesindir. 

MEKANIN CENNET OLSUN !!! 

 

Şubat 25, 2013

BİR OSCAR TÖRENİNİ DAHA GERİDE BIRAKTIK

 
Sanatçılarıyla, eleştirileriyle, modasıyla, yemekleriyle en önemlisi de sonuçlarıyla bir ödül törenini daha noktaladık. Kimi memnun oldu kimi pek hoşlanmadı sonuçlardan. Ben ise tahminlerinde yanılmayanlardandım. Sonuçlar genel olarak pek şaşırtmadı beni. Eleştirdiğim sonuçlar olsa da beklediğim tablo bundan farklı değildi. En çok hoşuma giden sonuç ise En İyi Film Müzikleri dalında "Pi’nin Yaşamı"filminin ödülü almasıydı. Bu sene en hoşuma giden film müziklerinin ödülü başka birine kaptırması beni üzebilirdi.

Aslında diğer kategorilere değinmeden bunca yıldır sinema sektörünün en önemli ödül töreni olan Oscar’ a biraz değinmek istiyorum. Kimdir bu Oscar, neden Oscar, Nasıl Ne zaman bu ödüller verilmeye başlandı...?
 
Akademi Ödülleri, bilinen adıyla Oscar, dünyada en bilinen film ödülüdür. İlk olarak 1929 yılında verilmeye başlandı. İlk tören, Hollywood Roosevelt Oteli’nde yapıldı. Oscar ödüllerini veren Amerika Sahne Sanatları ve Bilimler Akademisi 4 Mayıs 1927 tarihinde kuruldu. Kuruluşundan bir hafta sonra toplanan akademi üyeleri, sanatçılara bir ödül verilmesi kararı aldılar. Oscar Ödülleri verildiği ilk yıldan itibaren bütün dünyanın ilgi odağı oldu. Başlangıçta ödül töreninin yapıldığı gece saat 23.00'te sonuçlar basına açıklanıyordu. 1940 yılından itibaren bugün de hala geçerli olan zarf sistemi uygulanmaya başladı.

Orijinal adı "Academy Award of Merit" olan ödül törenine Oscar denilmesinin nedeni tam bilinmemektedir. Bu konuda pek çok söylenti vardır. Bir söylentiye göre Bette Davis'in heykelciği ilk kocası Harmon Oscar Nelson ile özdeşleştirmesi sonucunda, başka bir söylentiye göre ise Akademi'nin kütüphanesinde görevli Margaret Herrick'in heykelciği amcası Oscar'a benzetmesi ile ödülün adı Oscar olarak kaldı. Akademi, Oscar ismini 1939 yılına kadar resmi olarak kullanmadı.

Oscar ödül heykelciğini Metro Goldwyn Mayer'in sanat yönetmeni Cedric Gibbons tasarladı. Cedric Gibbons, o anda beşparçalı bir film makarası üstünde elinde kılıcıyla dikilen bir şövalye taslağını çizdi. Bu film makarasının beş halkası; oyuncular, film yazarları, yönetmenler, yapımcılar ve teknisyenleri temsil eder. George Stanley de heykeli son haline getirdi. Heykelcik 34 santim yüksekliğinde, 3,85 kilo ağırlığında ve 24 ayar altınla kaplıdır. Oscar heykelciğini kazananlar bu ödülü satamazlar. Eğer ödülden kurtulmak istiyorlarsa ancak Akademi'ye 1 dolar karşılığında satabilirler.

Yıllardır heyecanla beklediğimiz, geçtikten sonra da epey müddet arkasından konuştuğumuz Oscar Ödül Töreni’nin hikayesi de işte budur. Bu kadar bilgiden sonra bu sene ödül alan sanatçıların listesi ise şu şekildedir:


En İyi Film: "Argo"

En İyi Kadın Oyuncu: Jennifer Lawrence, "Silver Linings Playbook"

En İyi Erkek Oyuncu: Daniel Day-Lewis, "Lincoln"

En İyi Yönetmen: Ang Lee, "Life of Pi"

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Anne Hathaway, "Les Miserables"

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christoph Waltz, "Django Unchained"

En İyi Uyarlama Senaryo: "Argo", Chris Terrio

En İyi Özgün Senaryo: "Django Unchained", Quentin Tarantino

En İyi Görsel Yönetmen: Claudio Miranda "Life of Pi"

En İyi Belgesel: "Searching For Sugar Man", Malik Bendjelloul ve Simon Chinn

En İyi Kurgu: "Argo", William Goldenberg

Yabancı Dilde En İyi Film: "Amour" (Avusturya)

En İyi Animasyon: "Brave", Mark Andrews ve Brenda Chapman

En İyi Orjinal Müzik: "Life of Pi", Mychael Danna

En İyi Orijinal Şarkı: "Skyfall", Adele Adkins ve Paul Epworth

En İyi Yapım Tasarımı: "Lincoln"

En İyi Kısa Animasyon: "Paperman", John Kahrs

En İyi Kısa Film: "Curfew", Shawn Christensen

En İyi Kısa Metrajlı Belgesel: "Inocente", Sean Fine ve Andrea Nix Fine

En İyi Ses Kurgusu: "Skyfall", Per Hallberg, Karen Baker Landers ve "Zero Dark Thirty", Paul N.J. Ottosson

En İyi Ses Miksajı: "Les Miserables", Andy Nelson, Mark Paterson ve Simon Hayes

En İyi Kostüm Tasarımı: "Anna Karenina", Jacqueline Durran

En İyi Makyaj ve Saç: Lisa Westcott ve Julie Dartnell, "Les Miserables"

En İyi Görsel Efekt: "Life of Pi", Bill Westenhofer, Guillaume Rocheron, Erik-Jan De Boer ve Donald R. Elliott.
 
 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...